25 Şubat 2010 Perşembe

onarmak mı yoksa yıkmak mı?

Kumdan bir kale düşünelim. Çevresine güzel su kanalları yapmış, çevrelenmiş falan. Yalnız öyle bir yere inşa etmişim ki kalemi, dalgalar güçlendikçe önce su kanalları doluyor, sonra güçlü sağlam(!) zannettiğim surlarım tuzlu suyun ellerinde giderek erimeye başlıyor. Bense elimde küçük plastik kovam, sahilden topladığım kuru kumlarla surları onarmaya çalışıyorum, çabalıyorum. Yaptığım yamalar, bir sonraki dalganın darbesiyle çirkin şekiller almaya başlıyor.Küçük plastik kovamla habire koşturup duruyorum. Kan, ter ve panik içinde!.. O kadar odaklanmışım ki “onarmaya”, bu yıkımın artık benim kontrolümde olmadığını göremiyorum. Oysa bir dursam, durup da yukarıdan baksam kaleye, çamur haline gelmiş surlara ve dalgalara; onarmaya harcadığım sürede yepyeni bir kale inşa edilebileceğimi görebileceğim. Denizin biraz ötesinde, yeni bir başlangıç yapabileceğim. Ama bazen gözümüz bile görmüyor ki, körü körüne tutunuyoruz, doğru sanıyoruz, doğru olduğuna inanıyoruz, inanmak istiyoruz ya da bir şekilde inandırılıyoruz. Yaşam da birçoğumuz için böyle geçip gidiyor. Katlanamadığımız bir işimiz, sevmediğimiz bir çalışma ortamımız ya da üzüldüğümüz bitişler falan oluyor. “Alışmaya” çalışıyoruz. İncinen yerlerimize her gün küçük yamalar dikiyoruz. Ertesi gün sökülüyor yamalarımız, yara bere içinde, delik deşik, yorgun argın dönüyoruz evlerimize. “İşimi sevmiyorum ama dayanmak zorundayım!” diyoruz. Her şeyi bırakıp düşlerimizin peşinden gitmek, bir lüksmüş, şımarıklıkmış gibi görünüyor gözümüze. Öyle ki utanıyoruz da bazen, gitme düşlerimizden! Aynı durum ilişkiler için de, bitmiş ama süregelen evlilikler için de, hani o hep gidip yerleşmek istediğimiz huzur dolu sahil kasabası için de geçerli; değil mi? Bazen bir şeyi onarmak için, önce tamamen yıkmak gerekmez mi? Hayatımdaki bazı kumdan kaleler, denize karışmayı çoktan hak etmediniz mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder