30 Mayıs 2010 Pazar

27 Mayıs 2010 Perşembe

bir dua gibi

http://fizy.com/#s/1ahd7g  tam off, tam ahhh yani. fazlaca anlamlı, güzel.. 


Sende iz kaldı mı bu talihsiz hikayeden
Dayanıyor mu kapılarına anılar aniden
Göğsünü sıkıştırıyor mu zaman zaman
Hiç faydası yok bilsemde gitti giden.

Geçilmiyor acıdan dünya yanıyor görüyor musun?
Kendi acına gömülmekten mahcup oluyorsun.
Günden kovsan geceden giriyor bıçak gibi hasret
Uykularında çığlık çığlığa çağırıyorsun.

Gel gel ne olur gittiğin yerden.
Hayat çok sert çekilmiyor sensiz.
Gel gel ne olur gittiğin yerden.
Hayat çok sert katlanmak zor sensiz.

Bir dua gibi adını tekrarlıyorum
Ateşe verdim ömrümü yakıyorum.






23 Mayıs 2010 Pazar

hayır var, aşk var

Sevgilinin, eşinin mutluluğu senin için gerçekten öncelikli olabilir mi? Ya da şöyle sorayım eşini veya sevgilini "koşulsuz" sevebilir misin? Bana sorarsan "yok böyle bir şey"...

diyor Aret Vartanyan.  Ben bunun tam zıttı düşünceyi savunuyorum. Yani var öyle bir şey. Eğer bunun zıttıysa zaten o bahsettiği kişi; eşin ya da sevgilin senin gerçekten sevdiğin değil de sevdiğini zannettiğindir., hevestir belki de. Aşka çok inanıyorum ben, ve eğer birini seviyorsan koşulsuz seveceksin, ilk önceliğin o olacak. Bununla ilgili Hıncal Abimizin çok güzel bir yazısı var; önceliklerimiz diye. Herkese bunu okumasını şiddetle tavsiye ediyorum. Okuyun, bilin bu yazıyı. Sonra karar verin bakalım öncelik diye bir şey var mıymış-yok muymuş.  Herkes mutlaka birinin önceliğidir. Bu benim için de böyle senin için de. Karşılaşmış olalım ya da olmayalım. Ama biliyorum bir yerlerde var o kişi. Ve mutlaka karşımıza çıkacak ve bizi öncelik listesinde pat diye en tepeye oturtacak.  
Etrafımı çok sık gözlemlerim, önem veririm konuşulanlara. Yaşı bana nispeten daha büyük olanlar için "aşk" diye bir şey yok. Zamanla o kişinin alışkanlığa dönüştüğünü söylüyorlar. Yani onu sevdiğini ama aşkın öldüğünü. Belirli bir süreden sonra da aradaki saygının da yok olacağını, bu yüzden de en doğrusunun mantık evliliği yapıp senden yaşça ve beyinen daha olgun biriyle evlenmenin falan.  Bana çok ters bir düşünce bu. İnanmıyorum da ben aşkın öldüğüne falan. Bu kesinlikle kişilerle alakalı. Ne insanlar görüyoruz kaç yaşındalar ama nasılda birbirlerine aşkla bakıyorlar, birbirlerini incitmemek için nasıl çabalıyorlar. Yine geçenlerde 'the notebook' filmini izledim, gözyaşları eşliğinde. Duygusalız biz, hemen her şeye ağlayabiliyor, başkalarının aşklarıyla mutlu olabiliyoruz. Onların aşkı da tam buna örnekti işte. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın aşk bitmiyor. Öyle bir adam varsa ki ben buna çok inanıyorum, eşini o denli sevecek varsa eğer gelsin alsın beni, onunla her yere gidebilirim. Yemin ederim giderim, net.
Bir kere aşk ne demek onu bir netleştirelim. Aşk birini nedensiz, yalansız, sorgusuz-sualsiz, hesapsız sevebilmektir. Karşılık beklemeden, küçük oyunlara gerek duymadan. Ona tüm koşulda güvenebilmektir, onun mutluluğuyla mutlu olabilmek, yanında huzurlu olabilmektir. Onca kalabalığa rağmen baktığın her yerde sadece onu görebilmektir, olmadık bir yerde aklına gelip yüzündeki engel olamadığın gülümsemedir bazen, sebepsiz kızıp nedensiz affedebilmektir, yanında heyecanlanıp, zamanı durdurma isteğindir. En güvenilir kucaktır o, en güzel öpücüktür, şevkattir, dünyanın en güzel yüzü, en özel ses tonudur. Tek gerçektir, 2. Sensindir. Kelimelerin yetersizliğidir, en basit anlara anlam yükleyendir, en özelin en değerlindir, aklından hiç çıkmayan, hep yanında kalmak istediğindir. Hiçbir şeye tercih edemediğindir, hiçbir doğrusuna inanmadığın şu dünyanda tek doğrundur.. herkese anlatmak istediğin ama bazen de bana özel olsun dediğindir. Onu ne neden bu kadar sevdiğin sorusuna asla cevap veremediğindir, anlatamadığındır kısaca.. kendinden çok sevdiğin ama yetersiz kelimeler yüzünden anlatamadığındır. Sırf o var diye dünyanın çekilebilir bir yer olmasıdır. Dünyandır senin, canındır, candır…
Zaten bunların tam tersi söz konusu olursa adı aşk olmaz ki. evet insan birini nedensiz sevebilir, kendinden çok sevebilir, onu hayatının 1. önceliği yapabilir, onun için neredeyse her şeyden vazgeçebilir. Yani onu koşulsuz sevebilir. Bu çok net.  Ben aşırı derecede bu inanca sahibim ve doğrusu da bu. Evet Aret; aşk diye bir şey var, aşk var, koşulsuz sevgi var, var yani bu. Ve beni herhangi bir yerde bekleyen bu kişi de var. biliyorum var. eğer sen buna inanmıyorsan çok üzgünüm ama sizin ki aşk değil. kesinlikle değil. bana sorarsan bunları hissetmediğin kişi senin gerçekten aşık olduğun kişi değil. ve tekrar söylüyorum; biri senin ilk önceliğin olabilir, o her şeyden önemli olabilir ve onu koşulsuz sevebilirsin. Ve tüm bunları yapabildiğin gün, aşk sana gelmiştir. "Aşk" var.

18 Mayıs 2010 Salı

7-23

"7 ve 23". Bu sayılara karşı hep bir özel sempatim olmuştur. 7 sayısını oldum olası severim zaten de sonradan bir de 23 eklendi. 7 yi neden seviyorum bilmiyorum ama baya eskiye dayanıyor. Hakkını yememek lazım benim gibi sıkılgan bir kişi için oldukça değişik oldu şimdi bu.  Hevesimi alır sıkılırım hemen her şeyden de 7 ayrı. Bi havası asaleti var ya 7 nin. Bir kere yazılışı çok güzel, şekli şemali. 7 nin sırrını çözmek için yazılan çizilen bir çok hikayeler de var da benim 7 sempatimin bunlarla hiç alakası yok. Okul zamanları sıramın üzerinde mutlaka 7 sayısı vardır. Bulduğum her boş yere ag7 yazardım, hiç sorma. Hem de ne gururla. Ama güzelde duruyo ag7. 23 e gelecek olursak. Uzun bir süredir 23 yaşımın çok güzel geçeceğine dair bir inanca fazlaca inanmaktayım. 5 aycık kalmış sonra 23. Bakalım tıpkı hayal ettiğim gibi güzel bir yıl geçirebilcek miyim. Sonra bir de “adı lazım değil yaşı 23” olayı var. hatırlayınız; '06 kd konseri, tatlı çocukcağız. 7 ile 23 ü bir şekilde bağdaştırmalıyım, benimle bu kadar zaman geçiren bu sevimli sayıcıkların hayatımdaki en önemli günümde özel bir yeri olmalı. O yüzden karar verdim daha buna çokkkk var ama söylicem. Ben mutlaka '23.07' de evlenicem. Çok net. Yılı önemli değil de 23 temmuz olcak, o çok net. Böylece sevgili sayıcıklarım hep özel kalıcaklar, hiç unutulmuycaklar. Şimdi biri bunu okuyo olsa ‘bu kız kesin manyak’ derdi, eminim.  Ama peki benim hiç umrumda mı? Değilllll, tabi ki değil. Öyle istiyorum napim. 7 ve 23 özeller işte benim için, ayrılar. 

olur mu acaba?

"Bir şeyi eğer çok istersen mutlaka senin olur" bir zamanlar inanırdım buna, çok net söylüyorum inanırdım. Yaşadıklarımla ya da yaşımla da alakalı bir durum tabiki. İnsanın yaşı büyüdükçe istekleri de bu orantıda artıyor haliyle. Ve bundandır ki gerçek olamama ihtimali çok daha fazlalık kazanıyor tam bu sırada. ve istenilen her şeyin olamayacağı deyim yerinde 'gözümüze sokarcasına' yaşanıyor. Evet şu sıralar bir şeyi çok istiyorum. İnanılmaz istiyorum. Ve o kadar da inanıyordum ki bunun olacağına, ta ki kısa bir süre öncesine kadar.  Direncimin kırıldığını hissediyorum fazlaca. sanki olağanlığı inanılmaz olanaksızmış gibi geliyor o çok istediğim şeyin. Yani yakınımda olabilecek kadar gerçek, ama benim olamayacak kadar bana ait değil. Bir ara çok inanmıştım ama, inanmayı çok istediğimden de olabilir ya da yanımda olanların bana bunun gerçek olabileceğine fazlaca inandırmasından ötürüde olabilir. Üzerine kurulan onca güzel hayaller, düşünceler.. hani şöyle olur ya gece kalabalıkta oturursun birden elektrikler keser. Karanlıktık ama sen herkesin orda olduğundan eminsindir, görmesen de bilirsin olduklarını. Ve şunu da bilirsin ki kısa zaman sonra tekrar gelecektir elektrik. En kötü ihtimalle jeneratör devreye girecektir. İçinde bulunduğum durumda biraz böyle aslında. Işık yok, her yer karanlık.. nerde olduğunu biliyorum ya da nerede bulabileceğimi, nasıl bir yol izleyeceğimi. Ama elektriklerin gelip gelmeyeceğine inancım kalmadı malesef. Ve eğer gelmezse anında devreye girebilecek bir jeneratörde yok. Bir inanabilsem, gerçek olacağına bir inanabilsem.  Var gücümle çabalayabilirim o zaman. Her şeye kafa tutabilir, ortalığı bir şekilde aydınlatabilirim! Denerim, çabalarım, en uç noktada bile olsam var gücümle bağırıp inanıyorum diyebilirim, savaşabilirim bunun için. Bu noktada biraz yüreklendirilmeye ihtiyacım var sanırım. Çok istiyorum, belki olmayacak bir şeyi istiyorum ama istiyorum. Sonucu ne olursa olsun istiyorum. Ve bu düşünceye tıpkı eskiden olduğu gibi inanmak ve olduğunu görerek mutlu olmak istiyorum. Elimi uzattığımda dokunabilecek kadar yakınımda ama sahip olamayacağım kadar uzağımda bir düşünce olarak kalma n’olur. Ol, lütfen ol.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Bukalemun

Son zamanlarda ben de kendimi aynı 'bukalemun' gibi hissediyorum. Pek bir yakınlık duydum yani şu hayvancağıza. Sürekli bir değişim söz konusu bende. 'Anı anını tutmuyor' derler ya aynen ondan işte. Bukalemun misali çevremdeki renklere bürünüyorum, günden güne değişime uğrayarak.  En çok da ruh halimi etkiledi bu değişim. Güleceğim olaylara ağlayasım, ağlayacağım yerde gülesim geliyor çoğu zaman . Havalardandır, gelip geçici bir durumdur, kesin öyledir diyerek kendimi mi rahatlatıyorum yoksa kandırıyor muyum bilemedim ama.  Bakalım görücez. Bu gün mesela, tam böyle boğaza karşı muhteşem manzaralı baharın ne sıcak, ne soğuk ılık esintisini yüzümde hissedip saçlarımın dans edişinden duygulanabildim. İlginçtir ama gerçek. Sonra birden aklıma biri geldi, bu kez tatlı rüzgara üç beş gözyaşı da eşlik etti. Sonrasında çok alakasız bir olayı anımsadım, bu kez de içim kıpır kıpır oldu mutluluktan. Baharla beraber ben sürekli bir değişim halindeyim, ben değişiyorum çevrem değişiyor, çevrem değişiyor ben yine değişiyorum, havalar değişiyor, dünyam değişiyor, olayların seyri değişiyor. Tüm bu yaşanan değişimlerin sonucunda ben de senkronize olarak sürekli bir değişim halindeyim. Değişime oldukça meyilli bir haldeyim. Seviyorum bu değişik beni. Kendini sürekli yineleyen, etrafa neşe saçan, kimi zaman hüzünlü, bazen şaşkın, bazen küçük şımarık bir kız çocuğu ya da gayet olgun bir hanımefendi. Ama hep doğal, hep kendi gibi, hep olduğu gibi. Aaaa bu arada havalar da fazlaca güzel. O da benden. Yihhhuu. Benim gibi sürekli değişim halinde, sürekli. havalar ısındıkça evde kalma fikri de cazip gelmiyor, uyku düzenim şaşıyor, metabolizmam saçmalıyor, bünyem değişiyor, mutluluk hormonlarım fazla salgılanıyor, gezebilitem yükselip gevezeliğim tavan yapıyor. Fenerbahçe şampiyonluğu son anda kaçırıyor, gs liler saçmalıyor, bursa seviniyor. Kısacası bu aralar benim dengem şaşıyor, kimyam bozuluyor. Ortaya karışık bir aybikem çıkıyor ve havaların bu denli güzelliğindendir kiiiii hemen kaçıp yürüyüş yapıyor. 

16 Mayıs 2010 Pazar

kader mi yoksa tesadüf mü?

Tesadüf mü yoksa kader mi bilemedim. Kadere çok inananlardan değilim ama eğer kaderse bu çok sevdim,  teşekkür ederim. yok eğer tesadüfse lütfen devam etsin..  Kader kelimesiyle çok oldu küseli. Sevdiklerimin yanımdan birer birer gitmesi ve açıklama olarak 'kader' denilmesinden ötürüdür ki hiç sevemedim kendilerini.  Ve lügatımdan çıkaralı baya olmuştu ki şu sıralar güzel olaylarla karşıma çıkmakta. yani şu sıralar kadere inanabilitem oldukça fazla ve çok olağan. inanmak istiyorum. evet evet kader var. net. En bunaldığım zaman kendini gösterdi çünkü bu olay. İnanılmaz hoşuma gitti aslında. Tüm gücümle 'kader işte ya, benim kaderim' diye bağırmak istedim. Sadece basit bir tesadüf olmamalıydı, önemliydi çünkü 'benim kaderim' olmalıydı. Uzun zaman sonra ilk kez bir şeyi bu kadar çok istiyorum ve heyecanımı bu kadar yoğun hissedebiliyorum. Kıpır kıpırım, sürekli gülüyorum ve sevgili kaderimle barışmamın şerefine daha da fazlasını bekliyorum. Etrafımdaki herkes farkında bende ki bu değişimin. Ben değiştikçe onlar şaşıyor, dünyam değişiyor, sanki dünya daha çekilir hale geliyor. Kalbimin çarpışını, karın ağrılarımı, içimde uçuşan kelebekleri çok daha net ve hızlı hissedebiliyorum, bünyemdeki tüm bu değişimlerle ben tekrar değişiyorum. Sürekli yenilenen farklılaşan, günden güne daha da gülen, kaderi oldukça seven bir aybikem oluyorum.  Mutluyum bu halimden, çok sevdim bu yeni beni. İnsanın kendini birinin 'kaderi' diye nitelendirebilmesi oldukça iyi.  Ve buna bu sıralar çok inanıyorum. Belki çok istediğimden, ya da bir şeylere inanmaya fazlaca ihtiyacım olduğundan falan.  Her neyse daha fazla kendimi deşifre etmiycem. Anlatmayı çok istiyorum ama susucam.  Belki daha sonra. sonuç olarak; şimdilik her şey çok güzel. tek istediğim basit bir tesadüf olarak kalmayıp, sonuna kadar kaderim diyebilmem. tam da kaderle barışmışken, ona çok inanmışken ve onu bu kadar sevmişken. basit bir tesadüf olarak bırakıp gitme beni, lütfen. kal, lütfen kal. uzunca bir süre ol hatta. 

15 Mayıs 2010 Cumartesi

bilemedim

Bazen olmadık muzurluklar çocukluklar yapıyorum. yani hiç bir türlü yapmamam gereken şeyler. aklım gereksiz olan şeylere çok iyi çalışıyor bu sıralar. ve bundandır ki, her olayın altında mutlaka başka bir anlam arıyorum. ve bu da pek hayra alamet değil. şeytana fazla uyuyorum sanki, oldukça yakınımda şu sıralar. asla dediğim şeyleri yaptırıyor bana ve olmadık fikirler koyuyor aklıma. ve ben bunların hepsiyle öyle bir bağlantılar kuruyorum ki, yaptıklarım karşısında ben bile hayretler içindeyim. şok olarak izliyorum. her ne kadar  'yok aybikem yapma' diye frenlemeye kalksam da kendimi, çoktan uzunca bir yol kat etmiş ve bu aldığım yoldan oldukça haz almış buluyorum kendimi. eğlenceli geliyor muzurluklar. bazen anlatmak istiyorum, yazmak istiyorum ama, hayır olmaz. yapamam, yazamam, yazmamalıyım. yani en azından şimdilik. suç ortağım da yok işin açıkçası. o yüzden fena. en azından 1 kişi daha olsa zaman zaman topu ona atabilirim, ben değil biz yaptık diyebilirim. ama nerde. her şeyi tek yapmışım. sadece ben. o kalabalığın içinde sadece ben. bahar ayınında etkisi vardır belki. ya da suçlayacak birini bulamadığımdan bahanemdir. bahanelere sığınmak istediğimden falan ya da. öyle işte. bahar gelmesiyle aklımda bir sürü gereksiz fikir ve hemen uygulamaya geçirecek deli cesaret, en yakınıma kadar sokulan şeytan! bana neler neler yaptırıyorsun ya, helal olsun sana. ama bu yaptığım gereksiz hareketlerin nedenini bilemedim. kendimi spora falan yönlendirip sağlık mı depolasam, hazır yaz mevsimi de gelmişken. beynimi yormak yerine vücuduma yüklenmek daha mantıklı gibi şimdi. böylece daha mantıklı şeyler yapmam daha olası olabilir. bir de dövmelenmek istiyorum bir güzel. onun için de bir araştırma yapmak gerekli. dün birinde gördüm de fena kıskandım; itiraf. istiyorum ama. önce omzuma, minik bir şey ama. bir kelebek falan olabilir ya da tinkerbell de olabilir. sevimli bir şey yani. aslında bir de baş parmakla, işaret parmağın arasında ki o boşluğa istiyorum da , karar veremedim henüz. düşünme aşamasındayım daha. ama istediğim net. çok net.

11 Mayıs 2010 Salı

şimdiye bakalım an'ı yaşayalım

Hiç de öyle değil aslında. Herkes hep aynı şeyi söyler, herkesin an’ı yaşamakla ilgili verdiği öğütler ya da en kötü ihtimalle bir fikri vardır, kesinlikle. Hatta bir çoğunun hayat mottosudur; An’ı yaşamak. Ama gelin görün ki kaçımız an’ı yaşayabiliyoruz? Şimdi biraz bu konuyu irdelemek istiyorum. An’ı yaşamamak yani şimdiyi ıskalamak! Nörotik ve endişe dolu. Neden böyle olur ki, nedir bu? Her şeyden öte an’ı yaşayamamaktır. Benim şu sıralar çok sık yaptığım gibi. Ya geçmişe takılı kalır, ya da yarının hesabını yapar. Dünü yaşar, yarını yazar ama bir türlü bugünü yaşayamaz. Dünü ve yarını yaşamaktan bir türlü sıra gelmez şimdiye! Halbuki insan zamandan kopabilse kendini zamansızlığın büyüsüne kaptırabilse, an’ın muazzam hafifliği içinde kendini kuş gibi hissedecektir. Rahatlatır insanı bir de an’ı yaşamak. Daha mutlu, daha umutlu daha sakin bir hale getirir, hiç şüphesiz. Geçmişte yaşadığımız bir olayı hatırlamak, yeniden yaşayarak 'şimdi'ye taşımaktır. Bir salise veya bir saat sürebilen bu süre içinde zihin geçmişi görüntü, ses ve duygu olarak bir kez daha yaşatırken, vücut 'şimdi'de sabittir. Aynı şey gelecek için de geçerlidir.  Yarın'la ilgili endişe dolu bir düşünce akla gelmesiyle önem kazanır ve o an gerçekmiş gibi gelir insana. Öyleyse insanı yaşayabileceği anın güzelliğinden mahrum eden kendi zihninden başka bir şey değildir. Zamana anlam kazandıran zihindir. İnsanın kendi zihnidir. Egonun da etkisi küçümsenmeyecek ölçüde  büyüktür ama. Ego için geçmiş ve gelecek vardır. Şimdi ki zaman geleceğe  ulaşmak için sadece küçük bir basamaktır. Ego geçmişi canlı tutarak benliğini ispat eder ve geleceği henüz ulaşamadığı bir tatmin kaynağı olarak gördüğündendir ki şuan onun için sadece bir basamaktır. Geçmişi canlı tutup geleceğe taşıyan. Sonuç itibariyle her şeyi kendi beynimiz yapıyor bize. Bugünü yaşamayarak çok şey kaçırıyoruz esasında. Hadi bakalım yeni bir sayfa açıyorum bende şimdi  kendime. Söz veriyorum; dünü çok kurcalamayıp, gelecekle pek ilgilenmeyip şimdiyi yaşamaya. Dün geçmişte kaldı, geleceğinde geleceği çok kesin değil. İyisi mi biz şimdiye bakalım. Hadi hep beraber an’ı yaşayalım.

alışkanlıklar

Zordur alışkanlıklardan vazgeçmek. Severiz birilerine alışmayı, ya da bir yere. Hiç önemi yok aslında. İster bir kişi, ister bir obje ya da olay, durum, yer hiç farketmez. Alışmaktır önemli olan. Alışırız da zamanla, benimseriz içinde bulunduğumuz o durumu. Sonra sıra o alışagelmiş durumdan, alışkanlıktan vazgeçmeye geldiğinde ise keyifsiz kısımdır, oldukça can sıkıcıdır. Zordur çünkü alışkanlıklardan vazgeçmek. İster elinde olan nedenlerden dolayı olsun ister de mecbur bırakılmış olalım; zordur, çok net. Sevimsiz bir kelimedir nihayetinde. Alışılmış durumun süresi çok önem kazanır tam bu sırada. Alışkanlığın bünyede bıraktığı zarar, geçmiş süre zarfıyla ve unutma aşamasındaki zamanla doğru orantılı bir bağlantı kurar çoğu kez.  Geçmişi ne kadar kısaysa ileride vereceği acı hissi o kadar az olacaktır çünkü.  İlişkiler açısından ele alındığında bu böyle.  Ve kişinin sizi ne kadar etkileyip ne kadar etki alanına dahil etmesiyle de alakalıdır bir de.  Etrafınızı tamamıyla sarıp sarmaladıysa o kişi, kelimenin tam anlamıyla yanmışsınızdır. Nerdeyse alışkanlıktan öte vazgeçilmez olacaktır. Yapılması gereken en önemli davranış; etki alanını daraltıp önce bu etki çemberinden kendinizi kurtarmak, akabinde farklı alanlara yönelip belki önceliği kişilerden önce durumlara vermektir. “Aklınız ne kadar meşgul olursa unutmak  bir o kadar kolaydır! “ derler. Bunun da doğruluğu tartışılır ya, neyse. Taktik basit; ilgi dağıtmak. Kişiden kişiye değişir tabi ki bunun sonucu.  Herkeste aynı sonuç elde edilmesi mümkün değildir doğal olarak. Alışmışızdır çünkü.  Aitlik hissediriz ya bir de. Bizimdir o. bize tamlık hissini vermiştir ki biz de öyle hissederiz. Güven vardır bir de arada. Güven, aitlik duygusu ve alışkanlık. Lafın kısası. Alışmak kolay ama bazı alışkanlıklardan vazgeçmek oldukça zordur. Ama asla vazgeçememekte değildir . alışılır tabi ki. hatta ben hep şunu şöylerim ‘herkesi unutturacak biri mutlaka vardır’. İmkansız değil zordur, ama başarılmaz değildir. Aklıma geldi ve yazdım. Benle çok alakalı bir durum mu? Açıkçası değil. Alışırım ama vazgeçebilirim de! Peki şimdi böyle bir durum söz konusu mu bende? Hayır değil, hiç de değil. Alakası bile yok. Yok öle biriii, yok yok yokk. Özlemiyorum da zaten. Alışmamıştım da ayrıca. 

9 Mayıs 2010 Pazar

insan değil, kesinlikle

Kimsede insanlık kalmamış artık, resmen kalmamış. İçim cız ederek ağlayarak izledim az önce haberleri. Nasıl bir dünya da yaşıyoruz, bunlar nasıl insanlar. İskoçya da özürlü yaşlı bir kadına işkence yapan 50 yaşında bir bakıcının haberini izledim şimdi. Ağlamamak üzülmemek elde değil. Bunlarda hiç merhamet duygusu yok mu? Acıma yok mu? Günah nedir bilmiyorlar mı? Karşındaki muhtaç, yaşlı, savunmasız, her şeyden öte bir insan ya insan. Sen ona nasıl vurabilirsin? Nasıl itebilir, işkence edebilirsin? Yok hayır bunu yapan insan olamaz. Aklim almıyor bir türlü. Birine vurmanın hele ki yaşlı birine el kaldırmanın hiçbir türlü affı bahanesi gerekçesi olmaz da bir de bu insan savunmasız ya savunmasız. Eşit şartlarda değilsiniz. Akli dengesi bile yerinde değil,  sana ne yapabilir o? Nasıl bir zihniyet o bakıcıdaki? İçim acıdı resmen içim acıdı. Böyle bir dünyada mı yaşıyoruz? Saygı nerde? Acıma nerde? Sevgi nerde? İnsanlık nerde? Yarın öbür gün sende yaşlanacaksın, sana da mı aynısını yapsınlar? Yazık çok yazık. O teyzeye vuran ellerin kırılsın senin. Birde anneler günü bu gün. Evet o teyze de bir anne. Çocukları var. Çalışıyorlar ve annelerin ihtiyaçlarını karşılamak için bir de bakıcı tutuyorlar ama gelin görün ki o terbiyesiz canım teyzeme neler yapıyor.  Birine muhtaç olması yetmiyormuş gibi bir de özründen dolayı zaten hayata 2-0 geriden devam ediyor İskoçyalı teyzem. ama onun özrü o lanet bakıcının beyin özründen daha vahim değil kesinlikle! Kınıyorum seni, yazıklar olsun sana. O teyzeye el kaldırdın ya sen, şimdi yanımda olsan neler yapardım ben sana. Sinirden hem ellerim titriyor, hem içim cız ediyor. Sana insan bile demiyorum, değilsin çünkü. Bunu yapan bir insan olamaz zaten. Anneler gününü rezil ettin ya sen, öl bence ya öl! Senin gibileri varya…… Off neyse 

8 Mayıs 2010 Cumartesi

benim annem

Herkesin annesi en özeldir eminim ama benim annem gerçekten de en özeli. Dünyanın en şanslı çoğuyum ben. Evet ne kadar büyürsem büyüyeyim yaşım 22 de olsa ben annemin hala küçük kızıyım, hiç büyümeyen. Kuzu gibi dibinden ayrılamayan, kedi gibi sırnaşan, onu sürekli öpüp koklayan. Annem melek benim, kimsede olmayan bir sabır var onda. Anlatılanlara göre ben her ne kadar hatırlayamasam da ya da hatırlamak işime gelmese de çok beter bir çocukmuşum. İnanılmaz huysuz, şımarık, inatçı, kaprisli çok zormuşum çok.  Bir kere bilmem annem bana sesini azcık yükseltsin, kızsın. O beni hep çok sevdi. Herkesten herşeyden. Ben ona hadi gezelim desem benden önce hazırlanır kapıda bekler, anne canım şunu istiyor desem yeri, saati, hiç birşey benim dediğimi yapmaktan daha önemli değildir onun için. Benimle beraber olabilmektir onun önceliği, yanımda olabilmek. Gezdiğimiz yer değil  yanında ben olmamdır önemli olan, yediğimiz yemek değil benimle beraber yemektir önemli olan ya da izlediğimiz film değil de filmi benimle izlemektir onun için esas olan. Yani hangi koşulda olursa olsun annemin ne işi olursa olsun ilk önceliği benimdir. Bu hep böyle. Tam 22 yıldır. Çok güzeldir benim annem, doğal güzeldir. Mis gibi kokar, anne kokar. Cildi pürüzsüz, saçında daha 1 tane beyaz yoktur. Ne giyse yakışır. Etrafındaki herkes hayrandır ona. Her şeyi bilir. İnanılmaz eğlencelidir, en iyi arkadaşım, sırdaşımdır benim.  Daima güçlü durmaya çalışır, duygularını ne kadar gizlemeye çalışsada ben bir bakışta çözerim onu çoğu zaman. Zordur bazen annem, bende öyleyimdir. Bazen fikir çatışması yaşarız bu yüzden. Beni bazen anlamasa da anlamaya çalışacak kadar  özel  ya da  sonucunda üzüldüğümü fark edince gelip konuşup olayı tatlıya bağlayacak alternatifler üretecek kadar da muhteşemdir. Daha  gözlerim dolmadan o ağlamaya başlar, bana sımsıkı sarılarak. Beni üzeni  hiç sevmez, gözlerimin dolmasına, ağlamama hiç  dayanamaz, elimi hiç bırakmaz. Beni kimselerle paylaşamaz. Etrafımdaki herkesi tanır. Benim sevdiklerimi sevmeye çalışır, arkadaşlarımın da annesidir o. Kocaman bir kalbi, yüreği vardır melek annemin. Evet melektir benim annem. Yer yüzündeki kanatsız melek. Her zaman doğruyu söyleyen, bana hep iyiyi doğruyu öğreten, sevmenin gücünü sevilmenin muhteşemliğini, insanlığı, saygıyı, değerleri, yaşamayı öğreten. Beni onun gibi seven daha başka kimseyle karşılaşmadım ben. Hiç kimseyle. Kendinden önce beni düşünür annem, hep benim iyiliğimi ister. Her koşulda benim yanımdadır, verdiğim her kararı destekler, beni yüreklendirir. Bana ne kadar özel olduğumu hissettirir. O olmasaydı ben ne yapardım hiç bilemiyorum ben. Evet annecim sen olmazsan yaşayamam ben. Herkessiz olabilirim, alışabilirim dayanabilirim ama sen olmazsan yapamam. Sen hiç bırakma beni, hep beni kolla, beni hep sev. Hayatımın sonuna kadar benimle ol sen. Çok şey istiyorum belki ama sensiz bir hayat düşünemiyorum ben. Sen olmadan gerçekten de yapamam. Güvenmiyorum kendime. Hem sen olmazsan bana kim sıkı sıkı sarılıcak, geceleri üzerimi kim örtecek, kime sarılıp uyuyacağım, saçımı kim okşayacak, benimle kim gezecek, kimin varlığı bana cesaret güven verecek? İnsan kendinden kendi canından önce kimseyi düşünebilir mi? Sevebilir mi? Ben kendimden çok seni seviyorum. Sana hiçbir şey olmasın, hiç üzülme, güzel yüzün hep gülsün, canın hiç acımasın. Sana hiç bir şey olmasın annem. Bana olsun ama sana olmasın. Bana hep sarıl, bitanem de meleğim de, yavrum de, canım de. Hep hep hep ol. Sonsuz ol. N’olur annecim. Seni anlatacak kelime bulmak o kadar zor ki. ne yazarsam yazayım anlatamıyorum seni. Kelimeler yetersiz, ya da anlamsız geliyor söz konusu sen olunca.  Canımsın sen, cansın sen. Hayatsın sen. Nefessin. Benim herşeyimsin.  Herşeysin. Dünyanın en şanslı çocuğuyum ben, sen benim annem olduğun için. Çok teşekkür ederim beni dünyaya getirdiğin için. Daha çocuk yaşta bana sahip olmayı istediğin, beni ilk önceliğin yaptığın herşeyden herkesten çok sevdiğin için. Senin kızın olabilme ayrıcalığını bana yaşattığın, güzelliklerin sonsun olabileceğine inandırdığın, beni çok sevdiğin, canım dediğin canım olduğun için. Seni çok seviyorum annem.

2 Mayıs 2010 Pazar

duvar

Hayal gücüm çok geniştir ve ta küçüklüğe dayanır bu. En olmadık olaylardan en alakasız sonuçlar üretebilirim ben. Hiç alakası olmayan şeylerden ilginç hikayeler türetebilirim.  Evde tek başımaysam ve hafifte gök gürültülü bir geceyse hayal gücüm bana epey oyunlar oynar. Kapı eşiklerinin altından çeşitli varlıklar geçebilir mesela, ya da olmadık gölgeler görebilmem oldukça olasıdır. Kendime olmadık korkular yaşatabilirim. Az önce aslılardaydım, arka bahçelerinde oturduk falan da orda aklıma geldi esasında bunlar. En sevdiğim meyvelerdendir erik. Şöyle sulu sulu. Ekşi ekşi. Aslıların arka bahçelerinin az aşasında bahçesinde muhteşem eriklerin olduğu bi ev vardı, erikler köşk vari evin arka bahçesinde. Duvarın üzerinde eriklere ulaşmak oldukça rahat. Kalabalık bir arkadaş topluluğu erik mevsimi açıldığı gibi toplaşırdık oraya ve başlardık hakkı efendinin eriklerine saldırmaya. O zamanlar aslının annesi falan biz eriklere dalmayalım diye ‘bahçede kocaman çok salgırgan köpekler var sakın oraya gitmeyin’ gibi korkutucu biraz da tehdit edici uyarılar yapardı sık sık.  8-9 yaşında veletleriz o zamanlar , söylenilen her şeye inanıyoruz.  Nasıl korkardım o duvarın üzerindeyken inanamazsın yani, elimi her bir dala uzattığım da sanki o vahşi devasa köpekler üzerime atlayacak beni yiyecekler falan zannederdim. Hem korkardım hem de yasak olan cezbeder  lafının doğruluğundandır ki o duvarın üzerine çıkmaya can atardım. Kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu o duvarın üzerinde, kalp atışlarım hızlanır, kan basıncım oldukça yükselirdi. Korku filmi gibiydi sanki. Neler canlandırırdım kafamın içinde. Aman tanrım. Ama bir de sorun bakalım o köpeklerle hiç karşılaştık mı, bizi hiç kovaladılar mı? Hayırrrr. Kafamda onca fikir türettiğim, korkudan tir tir titrediğim, bir sürü duyguyu aynı anda yaşatan o canavar köpeklerle bir türlü karşılaşadım ne yazik ki. eee çünkü öyle bişiy yok. Köşkte köpek falan da yok. Esasında ev sahipleri falan da ortalıkta yok. Ee ne var yani biz 3-5 erik alsak da yesek. Bizi korkutmasanız. Ya da biz hemen inanmasak falan. Baya güldük aslıyla az önce kendimize. ve sessizce köşkün ürkütücü arka bahçesine doğru yol aldık. Dikkatlice duvarın üzerine çıktık ve birkaç erik yürüttük gizlice.
İtiraf; o duvarın üzerine çıkmak eskisi gibi tat vermiyor, bizi korkutan kimse de yok artık, ve erikler de eskisi gibi güzel değil.
Böyle bişiler falan işte. Hakkı efendi ve duvar.