31 Ocak 2010 Pazar

Roger Federer!!


Yine bir turnuva finali, yine destan yazan Roger Federer ve kendinden geçen bennnn. Helal olsunn sana, cidden helall olsunn.  müthişti seni izlemekk, mükemmeldi, tadı damağımda kaldı derler ya hani aynı ondandı işte... sonuç şaşırtmadı hepimizin tahmin ettiği gibiydi ama mükemmeldinnnnn yine...
şimdi hem tarafsız gözle bakıldığı zaman (ama söz konusu federer olunca tarafsız olamıyorum kiii), hem de istatistiklere bakıldığında Roger Federer'in tüm zamanların en yetenekli tenisçisi olduğu bir gerçek,
backhandinden, forehandinden, fileye koşusundan, dünyanın en iyi winner vuruş yapan tenisçisi...ee yani daha ne olsun kii, iyi ki varsın roger...tenisi sevdiren adam, iyi ki varsınnn...tenisi seviyorum, ama federeri daha çooook seviyorum:)

30 Ocak 2010 Cumartesi

üzül(me)mek

Bir de söz vermiştim kendime; artık üzülmemeye.. kocaman bir yalan işte bu asla inanmayacağım kocaman bir yalan. Kim ister ki üzülmeyi,
kendini üzmeyi?  ama etrafımızdakiler üzüyor işte. sadece bizim elimizde olan bir şey değil ki bu.. Gün güzel başlamıştı aslında uzun bir zaman sonra ilk kez erkenden uyandım 9'a doğru... giyindim hazırlandım, işlerim de vardı doktor randevumda. neyse hallettim işlerimi hem de gayet mutlu bir şekilde. herkes mutluydu sanki gülüyordu ya da ben öyle görmek istediğim için bana öyle gelmişti. Sonra ne olduysa içime yine o berbat hislerden doğdu, hani bazen insanın içine kötü bir his doğar ya, sanki birşeyler kötü gidecekmiş gibi gelir ya bazen, hisseder ya bunu insan.. ki ben bunu baya bir hissederim, özellikle de kötü senaryoları tahmin etmede üzerime yoktur maalesef. Aslında biliriz öyle olacağını yani tahmin ederiz de kendimize itiraf edemeyiz ya bir türlü... inanmak istemeyiz çünkü..
gerçeklerle yüzleşmek pek de hoş olmaz böyle zamanlarda, istemeyiz bizi üzecek olan gerçekleri, olacağını çokkk öncelerden tahmin ettiğimiz ama olmaması için adeta yalvardığımız gerçekler vardır ya  işte.. kabul etmek istemeyiz, sonucu bizi üzecektir çünkü.  yok canım öyle değildir, belki de ben yanlış düşünüyorum kesinlikle öyle bir şey yoktur… vs.vs. diyerek kendimizi teselli ederiz  kandırırız. ama sonra hiç ummadığımız bir anda bu berbat gerçekle, korktuğumuz hatta yüksek sesle kendimize bile itiraf edemediğimiz o lanet gerçekle karşı karşıya buluruz kendimizi. ya aldığımız bir haberle ya bir msn iletisinde ya facede ya en yakın arkadaşından ya direkt kendinden.. duyarız yani bizi mahveden o iğrenç haberi, kötü haber tez duyulur derler ya aynı o misal, hemen kulağımıza gelir yani, ve elimizden üzülmekten başka bir şey de gelmez maalesef.  içten içe üzülürüz hem de onun ona üzüldüğümüzü bilmediği halde, bilmesini de istemeyiz  şuan sırası ve zamanı değildir... hem bilse n'olcak ki, değişecek mi herşey o tercihlerinden mi vazgeçecek? sen mutlu mu olacaksın? n'olcak yanii. o yüzden susarsın, her zaman yaptığını gibi içine atarsın yine. içinde belki fırtınalar kopar ama belli etmezsin kimselere sen böylesin çünkü, çok sevmezsin bir şeyleri anlatmayı, başkasının mutsuzluğuyla mutlu olmayı. o yüzden yazarsın herşeyi herşeyii, nasılsa yalnızsındır burda kimsenin okumayacağını, okuyamayacağını bildiğin için yazarsın da yazarsın. sonra okuyunca üzülürsün belki birkaç damla da gözyaşı süzülür gözlerinden ama alışırsın sonra tıpkı daha önce ki üzüntülere alıştığın gibi. bu yazı bittikten sonra bir daha kimselere en azından haketmeyen kimselere üzülmeyeceğine söz verirsin kendine...söz verirsin de ama bu söylediğine kendin bile inanmazsın ki hassassındır, duygusalsındır çünkü çabuk alınırsın, herşeye ağlayabilir herkese üzülebilirsin hatta o bunu hiçç haketmese bile. yapın böyle çünkü.. sen böylesin.

29 Ocak 2010 Cuma

İstanbul'u seviyorum... Bana bugün yine önce göz kırptı sonra gülümsedi =))

Denizi, boğazı, istiklal caddesi, karışık insanları, kaosu, trafiği, tarihi güzellikleri, karmaşıklığıyla belki de yaşanabilecek en güzel şehir benim İstanbulum. Ruhumun her halini bulabildiğim yer çünkü,7 tepesiyle beraber o eşsiz boğaza sahip başka bir şehir yok çünkü. Ortaköy de kumpir yemek, bebekte sabah yürüyüşü yapmak , pierre lotti'de bir kahve içmek, kadıköyden binilen vapurda suratına esen rüzgar, üsküdar da kayalara oturup kız kulesini izlemek, istiklal caddesinde yürümek, galatadan şehre kuşbakışı bakmak, eminönünde kuşlara yem atıp nimet abladan piyango bileti almak, cağaloğlu’nun kitap kokan sokakları, Adalarda eğlenmek, faytonla gezmek, boğaza karşı bir şeyler içmek, sarhoş olmak, sabahlara kadar rengarenk ışıklar altında dans etmek, gece hayatını yaşamak, yazları kilyos plajlarından çıkamamaktır… Alışverişlerin de en keyifli yapıldığı yerdir İstanbul zengin ve çeşitlidir, adım başı kocaman alışveriş merkezi çıkar karşına, Beyoğlu, Nişantaşı butikleri, Bağdat caddesinin dükkanları …
Peki nedir bu kadar vazgeçilmez olan. Boğaz mı? Deniz mi? Hava mı? Su mu? Düşünmekle bulunmuyor cevap, zaten kelimeler de yetmiyor ya da aciz kalıyorlar. Anlatılmaz yaşanır çünkü İstanbul. Cazibe herhalde bunun adı. Cazibeli, havalı mutlaka insanı kendine aşık eden. Tüm çirkinliklerini gizlemeyi ustaca beceren, güzelliklerini hiç çekinmeden bize sunan, başı daima dik, hiç utanmayan, kendine hep güvenen, baş döndürücü bir şehir. Kuşkusuz dünyanın en güzel şehirlerinden biridir İstanbul. .. Belki de Avrupa’nın en kalabalık şehridir; ama görkemiyle, büyüsüyle, cıvıl cıvıl görüntüsü, karşı konulamaz cazibesiyle…Belki de tarihte yapılmış en büyük yanlışlardan birisidir İstanbul’un başkent olmaması, ama İstanbul o kadar bağımsızlığına düşkün ki belki o da istemezdi zaten böyle bir şeyi. Merkez olmak, diplomatik olmak, resmiyet taşımak pek ona göre değildir bence. O her şeyi, her türlü insanı, her türlü olayı, her güzelliği olduğu kadar her çirkinliği de içinde barındırmaktan memnun çünkü. O, zıtlıkların şehri. . . Tıpkı bizler gibi her duyguyu taşıyan bir şehir, kimileri için bir çıkış kapısı, kimileri için bir umut ışığı, bazılarına göre hasret, acı, bazılarına mutluluk, kimilerine de bir aşk İstanbul. . .
Her haliyle başka güzeldir İstanbul, mutlaka seversin onu vazgeçemezsin bir türlü, bu şehire ait olduğunu, şehrin de sana ait olduğunu bilmektir İstanbul'u sevmek, ondan vazgeçememek…tek kelime ile tanımlamak gerekirse; yaşamaktır...yaşamdır İstanbul

evetler hayıra dönüşünce...

Küçüklükten beri biraz tuhafımdır, hep uç isteklerim falan da olmuştur şımarıklığımdan ötürü değişiğimdir yani biraz. tamam kabul ediyorum hala da öyleyim ama ne var ki bunda?? biraz fazla şımartarak büyüttüler beni, hayır kelimesini nerdeyse hiç duymamıştım, hayırı bilmezdim, hep evetti, her şey hep evetti.  istediğim her şey hemen oluverirdi, ağzımdan çıkacak tek kelimeye bakardı herkes, ben bişiler istesem de onlar yapsa.  bi keresinde saat gecenin 2si ağlayarak uyanmışım 3 yaşında falanmışım o zamanlar, zaten çok ağlayan mızmız bi çocukmuşum (annem ve herkes sık sık hatırlatır bunu bana) vargücümle ağlıyomuşum ama ne istediğimi de söylemiyomuşum falan,  neyse o kadar ağlamışım ki üst kattan büyükbabam uyanıp gelmiş sesime.  bir de kızmış annemlere nasıl benim kızımı ağlatırsınız diye, sormuş bana kızım n’oldu neden ağlıyosun bende anlatmışım gofret ve m.suyu istiyorum diye, evde de varmış tesadüfen annem getirip vermiş ama bu kez daha da yüksek bi sesle ağlamaya devam etmişim hayır ben çilekli gofret ve portakallı m.suyu istiyorum diye (bana bi çocuk bunu yapsa asla tahammül edemezdim heralde) benim canım büyükbabam almış beni omzuna ve evimizin yakınında olan marketin sahibinin evine gitmiş bir güzel de açtırmış adama o saatte gecenin 2sinde marketi ve bana çilekli gofret ve portakal suyu almış.  ben sakinleşip eve gelmişim annem falan kızgın tabi haklı olarak, hadi demiş ye şunları ve uyuyalım artık.  ve ben "hayır zaten ben bunları şimdi yemiycektim ki sabah yiycektim"  diyerek yatıp uyumuşum.  yani bu kadar şımarık bi veletmişim.  her dediği yapılan ekstra şımartılarak büyütülmüşüm. Bunun tam tersi hayal kırıklığı yaşadığım bi örnek de var aslında, hatta hiç unutamadığım bir örnek.  ilkokula yenı başladığım günlerdi, derste canım sıkılmış kalktım ayağa sınıftan çıkıyorum  öğretmenim geldi yanıma “nereye” dedi, bende gayet rahat bi şekilde “canım sıkıldı, oyun oynamaya gidiyorum “ dedim. Öğretmenimim tatlı-sert bi ses tonuyla “burası okul ve burada ders yapılır zil çalana kadar hiçbir yere gidemesin “ dedi, çok kızmıştım  bu yaşıma kadar herdediği olan ben, istediği her şeyi o an yapan ben  biri tarafından engellendim.  neyse bi şekilde çıkış saati geldi servisime bindim ve eve geldim, suratım 5 karış tabi gayet kızgınım öğretmenime.  büyükbabam geldi yanıma oda fark etti tabi benim bişilere kızdığımı üzüldüğümü, anlattım ona olanı biteni her şeyi bütün kızgınlığımla bütün öfkemle…o da anladı tabi aslında bana karşı sergiledikleri bu tutumun yanlış olduğunu, sonuçta karşıma çıkan herkes benim her istediğimi yapmayacak ki, herşey hep benim istediğim gibi olmayacak ki, her şey hep evet olmayacak ki, dışarıda ki hayat benim evimdeki gibi tozpembe değil ki… anlattı bana o zamanlar güzelce her şeyi, çocuğum tabi küçüğüm o zamanlar anlam veremedim onun konuşmalarına, tamam dedim ama anladığımdan değil öylesine işte…sonra büyüdükçe hayırlarla daha da tanışır oldum, baya bir dahil oldular hayatıma, etrafımdakiler baya bir içli dışlı yaptılar beni hayırlarla.  öğrettiler her zaman her şeyin benim istediğim gibi olamayacağını, evde her şey evetti dünyanın merkezi bendim adeta ama dışarıda o kocaman dünyanın içinde küçücük bi zavallıdan farklı değiliz ki hiçbirimiz… sonra zamanla üzüntü kelimeside eklendi öğrendiklerime... yalanlar, aldatmacalar, güvenememek, özlemler, keşkeler….
lugatımı baya bi genişletti şu dış dünya… ilk başta sevmedim bu hayırlarda dolu dünyayı ama sonra zaman geçtikçe alıştım, hatta baya bi alıştım.  zorluklar çıktıkça karşına herşey istediğin gibi olmayınca hayatta daha da olunlaşıyomuşsun falan. o yaşadığın tozpembe hayattan çıkıp içinde siyah ve grilerinde bulunduğu hayata alışıyosun bir şekilde... alışmak zorundasın yani  en azından deniyosun ama öğreniyosun da hayatı baya büyüyorsun...
pembelerin yerini siyahlar, mutluluğun yerini üzüntüler, evetlerin yerini hayırlar alıyor belki çoğu zaman ama yine de yaşadığın çok çok güzel günlerde yok değil hani..

28 Ocak 2010 Perşembe

Moğolistan bizden erkek istiyomuşşş:)





Evet evet bir yanlışlık falan yok haber tıpkı böyleydi. Moğolistan bizden 20 Bin erkek istiyormuş, maksat nüfus artsın:) orada her 6 kadına 1 erkek düşüyormuş ve bizden para karşılığında erkek istiyorlar. hey Allahım ya neler oluyor şu hayatta. Kim bilir daha ne eksantrik şeyler duyacağız, bu ne saçmalıktır yaniii:) aslında bizim içinde fena olmaz hani şöyle çürük olan işe yaramayanları ayırsak da yollasak temizlesek birazcık erkekcikleri, rahat etsek bizde boş boş gezip hiçbir işe yaramayan, sadece ona buna laf atmasını bilen sözde erkekleri yollasak aslında:) aklıma geldikçe gülüyorum, hala da gülüyorum, hatta uzun zaman sonra ilk kez bir habere bu kadar güldüm, bu ne yaa şaka mı buuu nası yaniii:)
Aaaa bir de çok enteresan bir şey daha öğrendim moğolistanla alakalı. hani filmlerde falan duyuyoruz ya başlık parası falan kızlar için olur ya hani, işte moğolistanda tam tersi kızlar erkekleri isterken veriyorlarmış başlık parasını:) şaka gibi bi ülke burası ve ülkenin şöylede bi inancı var eğer türk erkekleri moğolistana gitmeyi kabul ederlerse (tabi ki onlar da başlık parası alacaklarmış) orada yaşayan Moğol erkeklerinin de silkelenip kendilerine geleceklerini düşünüyolarmışmışşş….aldığım duyumlar bu kadarcıkk:) ama çok iyi yaa ahahah çok komik cidden komik yaniii. Yaptığım kısacık bi araştırma sonucunda da bir gerçeği daha öğrendim, Türkiye'de de her 2 kadına 1 erkek düşüyormuşş, o zaman biz de İtalydan isteyelim, şöyle en yakışıklılarından falan getirtsek hiç de fena olmaz hani:)

asansör seni hiç sevmiyorum!

Kapalı yerde asla kalamam, korkarım elimde değil mümkünatı yok yapamammm.  tamam öyle klostrofobi boyutunda değil belki ama korkuyorum yıne de kapalı yerlerden böyle boğulcak gibi falan oluyorum nefes alamıyorum sanki. Eskiden böyle değildim aslında sonradan edinilen bi korku bende ki. bi keresinde amcamla beraber hastanenin 23. katında mahsur kalmıştık, hayatımın en berbat 20 dakikasını geçirmiştim, hani derler ya tüm hayatım film şeriti gibi gözlerimin önünden geçti diye, aynen ondan işte. Babamın kalp krizi geçirip by-pass olduğu zamandı kadıköyde hastanedeyiz babamın yattığı odadan fb.stadı gözüküo (11.kat) benim meraklı amcam tutturdu en üst kata çıkıp bakalım diye. yalnız şöylede bir durum var hastanede merdiven kullanılmıyor yani var ama kitli tüm iniş çıkışlar geleni geçeni kontrol maksadıyla asansörle yapılıyor. bindik asansöre çıktık hastanenin 23.katına (son 5 kat kullanılmıyor bile) üzerimizde cep telefonu bile yok hepsini odada bıraktık, nasılsa hemen bakıp gelecektik ya.  neyse indik asansörden gördüğümüz manzara karşısında resmen dumur olduk, bu katlar kullanılmadığı için heryer kitli  küçücük bir alan merdiven bile yok yani! camdan gözüken tek şey otoban gibi saçma bir yol, neyse dedik inelim aşağıya  basdık düğmeye asansörün gelmesini bekliyoruz, bekliyoruz daa gelmiyo kii, tam 22.kata geliyor heh bu kez oldu diyoruz ama 23. kata çıkmıyor. kahretsin ki çıkmıyor, bunları yazarken bile resmen nefesim kesiliyor o berbat 20 dk.yı yaşıyor gibi oluyorum. amcamın bile yüzünün rengi değişti tabi bana çaktırmamaya çalışsada anlıyorum onunda panik olduğunu korktuğunu, bildiğim tüm duaları falan okuyorum yalvarıyorum resmen asansörün gelmesi için. neyse iğrenç bir 20 dk. sonunda aşağıdan birilerinin aklına geliyoruz nihayet ve bizi gelip alıyolar ordan. odaya geldiğimizde resmen sinir ve korkudan ellerim falan titriyordu, babam o hasta haliyle bir de beni sakinleştirip rahatlatmaya falan çalıştı, hatta tüm hastane çalışanları beni sakinleştirmek için adeta işbirliği yaptılar. off çok kötüydü, çok korkunçtu, uzun bi süre değil asansöre binmek yanından bile geçemedim, ama korkuların üzerine gitmek gerekirdi ki geçsinler…neyse bir zaman sonra yanımda çok güvendiğim kişiler olursa binebildim, uzun bir sürede kalmadım asansörde artık iyice rahatlamıştım hatta bir gün okuldayım dedim ki bu kez tek binicem artık korkmuyorum, korkucak bişiy yok ki. akabinde bindim de tam yarım kat yukarı çıktık ve hop asansör durdu. sanki o an kalbim yerinden fırlayacaktı, bu ne dedim yaaa  yani bu ne biri benmle dalgamı geçiyor kafa mı buluyo benimle? başladım bu kez ağlamaya hem korkudan hem sinirden, hem de kendime kızdığımdan yaklaşık bi 15 dk.da okulun asansöründe kaldıktan sora yemin ettim birdaha asansöre binmemeye 100 kat bıle çıkmam gerekse asla binmeyeceğim, o kabus dolu korku filmini anımsatan anları bır daha asla yaşamayacağım… edindiğim bu berbat tecrübelerden sonra kapalı olan hiçbir yerde duramıyorum, eğer camlarda demir varsa dış kapıyı asla kilitletmem, kapının üzerinde anahtar bırakmam, gecelambam açık olmazsa uyuyamam, fena halde takıntılı oldum yani elimde değil korkuyorum işte ne yapabilirim ki korkuyorumm.

minik meleğe:)

Felaket bir şekilde bebek sevesim geldi şuan. her neyse falan değil direkt sevmek istiyorum, şimdi istiyorum. o bebek kokusunu içime çekip omzuma yatırıp öpüp koklamak istiyorum. minicik elleri, küçücük burnu, o tatlı yanaklarını öpüp öpüp yemek istiyorum resmen. Şuan o kadar ihtiyacım var ki buna, o dünya tatlısı minik meleğe o kadar ihtiyacım var ki. onun sevgisine falan. Bu duygularım hiç bu kadar yoğun olmamıştı şiddetle yeni doğmuş bi bebeği sevesim var şuan, dünyanın en güzel varlığını, içinde hiçbir kötülük barındırmayan tatlı minik bir meleği sevesim var yani şuan.
Etrafımı düşünüyorum, akrabalarımı oturduğum yeri falan…yok ama maalesef kimsenin böyle tatlı minik bir meleği yokk kii…şuan bebeği olan bi tanıdığım falan olsa bu soğuğa ve üşengeçliğime aldırmam istanbulun neresinde olursa olsun gidip severdim. yerdim onu birazcık, mıncıklardım, heryerini öpüp öpüp koklardım hiç üşenmezdim yani giderdim yanına o tatli meleği görmeye, o kadar sevesim geldi yani:)
Benim de burada tatli bir meleğim var aslında, bebeklik dönemini atlatıp 2,5 yaşında çocuk görünümlü çok bilmiş genç bir bayan olsa da o benim hala tatlı bebeğim, kokoşum, benim küçüklüğüm, her şeyimm
Halamın tatlı kızı yaren’im:) simsiyah zeytin gözlere, kıvır kıvır saçlara sahip minicik boyu ve kocaman aklıyla benim neşe kaynağım:) her akşam eve gelişimi zor bekleyen, gizli gizli odama girip ojelerimi, kremlerimi karıştırıp illa ki kendine makyaj yaptıran, topuklu ayakkabılarımı nerdeyse benden daha çok giyen, çantalarımı ,aksesuarlarımı takıp "hadi aybikemcim istinyeparka gidelim mi?" diyen tatlı cadım o benim…neyse lafın kısası madem kii yeni doğan bi bebek bulamadım o zaman bende gidip cadımı sevmeliyim, fena bi şekilde çocuk sevesim geldi çünküüü, sevgi patlaması yaşıyorum adetaa….hattaa gittim bileee

Bitişler... Başlangıçlar...





Sevmiyorum yeni başlangıçları, oldum olası da sevmem.  her yeni başlangıç bir bitişin ardından gelir ya çünkü, belki de bitişleri sevmediğimdendir başlangıçlara olan nefretliğim, negatifliğim.  ya da hayatımda ki her yeni başlangıcın kısa sürüp uzun süren üzüntülere yol açmasından ötürüdür. Küçüklükten beri bu böyle tatil bitişlerinden, okul bitişlerinden, sevdiğim insanların evlerine gidişlerinden, İzmit'ten İstanbul'a dönüşümden, elimdeki dondurmanın bitişinden, yakalamaç oyunumun bitişinden ya da sevdiğim çizgi film bitşlerindn falan hep eksta nefret ederdim. Annem çok gülerdi bu halime. Sanki elimdeki dondurmam hiç bitmese ben saatlerce onu yiyebileceğim, tv.deki çizgi film bitmese günlerce izleyebileceğim ya da bahçede oynadığımız fatih’i hiç yakalayamadığım yakalamaç oyununu günlerce sürdürebileceğim falan. Dedimn ya manyaklık boyutundaydı bendeki bu bitişlere takıntı, gerçi hala da öyleyim; okuduğum kitap bitince, radyoda dinlediğim şarkı bitince, sinemada ki film bitince, en sevdiğim dizi sezon arasına girince, sevdiğim insanlar başka yerlere gidinceee. tahammül edemiyorum kii. napiyim ama sevmiyorum düzenimin bozulmasını sürekli yeni insanlar tanımak zorunda kalmayı istemiyorum yani.  tamam sonuçta kim ister hayatında güzel giden bişiyler bitsin, düzeni değişsin, yani manyak falan değilse istemez tabi ki ama ben bu aralar bu konuya biraz fazla takığım.  şu sıralar öyle çok kişi çıktı gitti ki hayatımdan, sürekli yeni birilerini hayatıma dahil etmek tanımak kendimi onlara anlatmak zorunda kaldım. İstemiyorum işte bunu istemiyorum gerekirse hayatımın sonuna kadar aynı ortamda aynı arkadaşlarla aynı kişiyle yaşayayim ama öyle zırt-pırt düzenim etrafımdaki insanlar değişmesin tahammül edemiyorum işte. Şuan en yakın zamanda Merve gitti birde, her gün okulda gördüğüm, köşe bucak dedikodu yaptığımız, onu-bunu çekiştirdiğimiz Merve gitti, şimdi yerine yeni biri gelicek. zaten merveye de daha yeni alışmıştım, işin yoksa şimdi birde yeni gelen alış falan. sevmediğim şeyler bunlar. takıntılıyım işte napiyimmm, kabul etmek zorundamıyım kı hemen herşeyii??değilimmm. Mesela şimdi aklıma geçen yıl geldi, yine çıldırmak üzereyim o zamanları istiyorummm. her akşam Necmiye, Mehmet, Damla, Eren, Tolga, Cem, ben sürekli gezdiğimiz zamanları, hiçbir anımızın ayrı geçmediği zamanları..gece yarılarına kadar beraber olduğumuz anlarıı.. o günlerin resmlerine baktıkça sadece derin bi offf çekebiliyorum elimden başka bir şey gelmiyor kii, o grubu tekrar bir araya toplasam da hiçbişiy eskısi gibi olmuycak çünküü.  Necmiye ve Damla konuşmuyorlar sonra Eren ve Damla ayrıldı hemde geçen hafta buna da çok üzüldüm.  yani bu grubu bı araya toplamakta eskisi gibi tat vermiycek kii artık, bunu gibi nice örnek varr eskiden yaşadıklarınla–hatırladıklarınla çok güzel olan ama şuan birdaha asla yaşayamayacak olduğumuz, sadece hayalinin güzel geldiği  düşüncede güzel olan anılar. bir daha asla hayatımızda olamayacak olan insanlar, bitişini kötü yaşadığın insanlar falan. Aslında şöyle bi düşündümde eğer yaşadığım bu bitişler olmasaydı o kadar giden insan hala benim hayatımda olsaydı çok da güzel olmazdı sanki. yani verdiğim kararlar doğrultusunda yaptığım tercihler sonucunda ve karşılaştığım kişileride baz alırsak memnunum esasında şu anki durumumdan.  sanırım ben gideni değilde o bitiş anını yaşamayı sevmiyorum, çıldırma noktam oluyo benim, o siniri yaşamayı sevmiyorum,üzülüyorum, üzüyorum kendimi…Ama bu kez söz veriyorum kendime.. hiç kimseyi üzmeyeceğime, beni üzen kimse için üzülmeyeceğime (en azından deneyeceğim) zamanı geldiğinde yeni ve güzel bir başlangıç yapıp, mümkünse bitişini yaşamamaya! en azından ben isteyene kadar.. ve hep gülümseyeceğime. tek istediğim bu aslında bitişini yaşamayacağım güzel başlangıçlar, gerekirse aynı yerde, aynı arkadaşlarla ve aynı kişiyle ama devamlılıkla. Güzel ve devamlılığı olan başlangıçlar için..

27 Ocak 2010 Çarşamba

hayat=int.??olmamalııı

Berbat bir nesil geliyor arkamızdan, asosyal bir nesil geliyor. kendilerini tüm insanlıktan soyutlamış kendi ütopyalarında yaşayan, sanal arkadaşı canlı arkadaş sayısından fazla olan, hayatında hiç ansiklopedi karıştırmamış,
iletişim eksikliği olan, kitap okumayan, saklambaç, yakantop, körebe gibi dünyanın en keyifli oyunlarını oynamayı bilmeyen, daha önce hiç seksek oynamamış, ip atlamamış, dostluğun tanımını anlayamayan, facebook, twitter ve benzeri sitelerde sosyalleşme çabasında saçma bir nesil geliyor arkamızdan.
Geçen gün çok kızdım kendime, eve geldim bilgisayarımı açtım ve dünyam yıkıldı resmen, neden mi?? int. gitmiş, daha ne olsunnn!!! çıldırıcam falan zannettim. hemen telefona sarıldım başladım ttnet çalışanlarıyla hararetli bi tartışmaya, genel bi arıza dolayısıyla 2 gün internette giremeyecekmişiz,
Aman Tanrımm, nasıl olurrr? ben şimdi ne yaparım, nasıl vakit geçiririm??? hayat damarlarımdan biri kopmuş gibi oldum resmen, ne yapacağımı bilemedim, nasıl vakit geçireceğimi, şaşırıp kaldım yani. neyse kendimi oyalayacak bişiler buldum tabi ki, arkadaşlarım geldi, kitap okudum ailemle vakit geçirdim, tv. izledim falanlar filanlar..
Sonra düşündüm ben ne yapıyorum böyle diye, nasıl da bağlı olmuşuz şu internet denilen melete. sanki int. olmasa hiç bişiy yapamayacakmışım gibi falan geldi, dünyanın sonu sanki, kötü hissettim ama sonra oturup mantıklı bir şekilde düşününce anladım yaptığım o çokkk büyük hatayı. Tamam internete diyecek bi lafım yok tabi ki, hatta bence yüzyılın en iyi buluşu, mükemmel yani, her şey elinin altında, herşey hazır sunuluyo bize ama, bizleri çok tembel yaptı ,iletişim özürlü olduk resmen, asosyal olduk. tabi ki bende facebooka giriyorum, msn açıyorum intte çokk bolca vakit geçiriyorum ama bi nokta da kendime dur demesini de biliyorum, farkındayım bunun yani. ama işte int.o kadar hayatımızın içinde ki…bütün sosyal yaşantımız facebook, twitter, friendfeed vs. siteler olduğu için, herkesle iletişimi bu sanal ortamdan çok rahat gerçekleştirebildiğimiz için insanları görme isteğimiz bile kalmıyo kii. nasılsa biliyoruz hayattalar, iyiler, msnden konuşuyoruz, faceden resimlerini görüyoruz, yaptığı her şeyi takip ediyoruz, twitterdan durum güncellemesini falan alıyoruz. ne gerek var ki görüşmeye??? öyle değil işte yani ben buna karşıyım istemiyorum bunu, herkes fark etsin artık bu gerçeği, herkez dikkat etsin, kendine çeki-düzen versin, internetten tabi ki yararlanalım ama internetle yaşamayalım. internet vücudumuzun bi uzvu olmasın, int. olmadığında hayat sona ermesin, hayat=int.olmasın yaniii
Geçen gün mesela en son kaççç sene önce gördüğümü bile hatırlamadığım fakat neredeyse her gün msnden konuştuğun bi arkadaşımı gördüm, karşımdaydı, gerçektii!!! sarıldık birbirimize oturduk, bişiler içtik, dertleştik gezdik falan, o kadar keyifliydi ki
karşındakine dokunmak, sarılmak, gözlerinin içine bakarak konuşmak, o sıcaklığı hisettmek..
Bunları nasıl yapabiliriz ki sanal ortamda? nasıl öyle keyifli olur ki, nasıl yanındakinin yada karşındakinin sıcaklığını hissedebilirsin ki? yapmacıklık yok çünkü gerçek hayatta karşındakinin halinden tavrından bi bakışından, gülüşünden, sana sarılışından, ağzından çıkan bir kelimeden anlarsın hemen çözersin onu, gerçektir çünkü o karşındadır.
Ama int. öyle değil,  istediğin kimliğe bürünebilirsin, istediğini yapabilirsin anlık hazlar duyarsın belki ama, gerçeklik yoktur çok fazla,
yapmacıktır, samimi değildir, sıcaklık doğallık yoktur
O yüzden herkes bu konuda birazcık da olsa hassas olsun. internete bağlanalım ama bağımlısı olmayalım, böyle asosyal olmayalım, iletişim özürlü olmayalım, kıymetini bilelim birbirimizin, hayatın,  kendimize gelelim yani

Beynimin içinde iç savaş çıkmak üzeree

Sanki beynimin içinde 582 kişilik Keith Moon ve Led Zepelins’in John Bonham orkestrası başlarında şefleri olmadan bişiler çalmaya çalışıyor. Beynim o kadar yoğun, kalabalık ve karışık yani şu sıralar.  zaman zaman sağ-sol loblarım bile görevlerini unutuyormuş gibi geliyor.
Tatildeyim aslında yani mantık olarak bakıldığında en rahat olmam gereken dönem.  yoğunluk, stres, sıkıntı, koşuşturmaca vs… hiçbir şey olmaması gerekiyor! hani tatilim ya sözde, ama nerde..
Beynimin içinden saniyede 1000 türlü şey geçiyor, geçmek zorunda birçok şeyi aynı anda yapmam ve aynı anda düşünmem gerekıyor ve sanırım çok çokk yoruldum. Ab projesi var bir de şu sıralar başımda, aslında uzun zamandır başımda ama ben ciddiyetini çok fazla idrak edemediğim ya da etmek istemediğim için (ki bu daha doğru bi tanı olur) 19 şubatta son tarih olduğu için baya bir sıkışmış durumdayım şu sıralar, poff:(  Berbat bir durumdayım yani, Sam buradaydı bu gün çalıştık biraz, zorladık kendimizi birazcık, ab projeleri, comenius, asistanlık formları, ülke mailleri, falanlar filanlarr, ne zor işmiş bunlarrr://
Çok sıkıldım artık, çok fazla geldi bunlar çok yordu beni, n’olurrr bitsin artıkkk.  ben koordinatör falan da olmak istemiyorum, azıcık beynimi dinlendirmek istiyorum  yoruldum ben yoruldum çok yoruldum hemde.
Yarın tekrar okula gitmem gerekicek bu form zımbırtılarıyla ilgili cuma Üsküdar da toplantı, sonra bostancıda toplantı, zaten hava soğuk, erken kalkmak gerekli, bu aralar pek bi üşengeç ve tembelim bu da ayrı bir konu zaten. Çıldırmak üzereyim kısaca biri gelsin ve beni kurtarsın, ya gelip işlerimi yapsın ya da beni alıp uzaklaşsın buralardan. şöyle uzun bi süre kaybolayim, geldiğimde yapmam gereken herşey olup bitmiş falan olsun:) bende rahat bir nefes alimmmm şöyle, ohhhh diyeee…
Hemen nasıl da güzel bir senaryo çizdim kendime, işlerim falan halloluyo,
biri gelip beni uzklaştırıyo buralardan, dinleniyorum, rahatlıyorummm,
ohh ohhh ohhh yaniii, muhteşem bi final olurdu buu, tek kelimeyle harikuladeeee….ama nerdeee…beynimin içinde neredeyse iç savaş çıkmak üzere ben hala işin gırgırındayımmm, hadi biri gelsin ve içinde bulunduğum şu berbat durumdan beni kurtarsınnn artıkk, lütfenn

25 Ocak 2010 Pazartesi

ovid

Sadece aklıma geldiği için yazıyorum. öylesine,  birden aklıma geldi ve o anı anımsadım için. Tarihi çok net hatırlamıyorum ama sanırım 3 yıl önsesiydi, temmuzdu aylardan herhalde… Çok güzeldi o yaz, muhteşemdi…Zekeriyaköydeydik hepimiz, bütün arkadaşlarım, bütün sevdiklerim, yanımda olmasını istediğim, beni mutlu eden herkes, yüzümü gülümseten herkes…
Sabah 8 de başlardı günün koşuşturması, tatlı koşuşturma… sabah erken kalkmak ilk kez o yaz bu denli güzeldi. önce kahvaltı yapılırdı hep beraber kalabalık bir grupla, ardından komik saçma ama o çok keyifli makara muhabbetler. Ardından güneşi tatlı tatlı tenimizde hissettiğimizde havuz zamanıydı…
Sonra tenis, işte en sevdiğim ann, yuppiii:) Agah, Alkan ve Eyüp hoca işte bana tenisi sevdirenler, benimle bıkmadan tenis oynayanlar, tenis maçı yapanlar, oviti bana sevdirenler…
Çok güzeldi o yaz çokkk…
Gülmekten yerlere yattığımız anlar, kulenin etrafında yakılan ateşler, ovitle ilgili anlatılan esrarengiz korku hikayeleri, gece kampları, gizli gizli içilen içkiler, şenlikler, eğlenceler, gecenin karanlığında yapılan tenis maçları,
basketbol maçları, su savaşları, traş köpükleriyle oynadığımız oyunlar,
yemekhaneden gizli gizli kaçırdığımız yiyecekler- içecekler, kameradan
birilerini gözetleyişimiz ve aklıma gelmeyen daha nice güzel anılar… İçinde ovit geçen o kadar güzel anım var ki, anlatacak o kadar çok şey var ki…
Bir keresinde saat 5 falan artık eve gitme saati gelmiş, servisleri bekliyoruz hepimiz. Alkan birden süper bir fikir attı ortaya, ”Aybikem neden bizi evine davet etmiyorsun?  mesela yarın sabah kahvaltıya”  evi Ovit’e en yakın olan bendim tabi, diğerleri ya Anadolu yakasında ya da sarıyere çok ters taraflarda oturuyorlardı. Emre, Mesut, Damla ve Necmiye’de Alkan’nın bu muhteşem fikrine onay verip destekleyince bana da kabul etmekten başka bir seçenek kalmadı haliyle…Derken sabah oldu, Damla sabahın 5indee, evet yanlışlık yok sabahın 5inde daha ben uyanmadan bize geldi:) Sonrasında Necmiye falan…Bahçede kahvaltımızı hazırladık güzelce, saat 7 ye falan geliyordu, Alkan’lar da geldiler. Tamamdık artık, bizim muhteşem kadro tamamdı. güzelce kahkahalar eşliğinde keyifli bir kahvaltı oldu, resimler falan da çekildik ölümsüzleştirdik bu güzel günümüzü… Sonrasında sık sık tekrarladık tabi bunu, sabahın 5inde arayıp 6sında yapılan kahvaltılar. onları anlatmıyorum bile…
İşte böyle güzeldi o yaz, hep güzel insanlar vardı etrafımda, çok sevdiğim insanlar, çok eğlendiğim insanlar.
Dedim ya sadece aklıma geldiği için yazdım, öylesine…

Bu iki oldu...

Gene uyuyamadım. Geçen hafta pazar gecesi de aynı şey başıma gelmişti. Nedir benim bu pazarlardan çektiğim. Bir gün önceden geç kalkınca ( saat 2:30 gibi) ertesi gün nispeten erken (misal 2:00) yatayım dediğimde ya tüm uykumdan ya da büyük bir kısmından oluyorum, uyuyamıyorum.
Hatta bu kez sırf uykum gelsin rahat uyuyayım diye bilgisayarı bile kapatmadım, müzik de koyayım dedim uyurken rahatlatıcı etki yapsın diye.
Biraz bocaladıktan sonra uyumuşum. İşte tam burada bir "ama" giriyor araya. Çünkü tekrar uyandım, tahminimce 40-60 dakika arası bir uzunlukta uyudum ki bunun da en iyi ihtimal olduğunu düşünüyorum. Ama bu uyanış mahmur denilen uyanışlardan değildi. Kelimenin tam anlamına yakın bir uyanmaydı, sanki günlerdir uyumuşum gibi gayet dinç bir şekilde uyandım yani. Tıpkı geçen pazar'ı pazartesi'ye bağlayan gecede olduğu gibi inat ettim uyuyacağım diye. Ama başaramadım. Kalktım kitap okudum. Bir şeyler okumanın verdiği hafif yorgunluğu hissettiğim an kenara koydum kitabımı ve uykuya dalmak için gözlerimi kapattım ama sanki onların da bana inadı varmış gibi kapattığım an tekrar uyandı gözlerim. Bu sefer de uyuyamadığımı sorun eden beynim kıvrımlı cıvık yapısından sinirli bir küpe dönüşmeye başladı. İlginç bir şey daha öğrendim bu süre zarfında; insan sinirli olunca nefes alması bile rahatsız edici bir hal alıyormuş. Uyumaya çalıştığım süre boyunca bilgisayarın o rahatsız edici sesine aldırmayan ben, nefes alıp verişimin desibelini yüksek buldum. Uyuyamadım sonuç itibariyle. Açtım bilgisayarı ve şimdi oturmuş bunu yazıyorum (saat 06:13). Bu ne saçmalıktır böyle!!! uyuyamamakkk, bu ne yaaa, nedir bu?
Gidip eczaneye uyku ilacı almak çok iyi bir düşünce gibi geliyor mesela şuan ama biliyorum bu kez gece tekrar aynı berbat senaryoyla karşılaşıcam, bunu da biliyorum. Yine uyuyamıycam, sinirli aybikem olucam yine, eee bunu da istemiyorum amaa…
Kararlıyım hem bu kez bu gece mışıl mışıl uyuycam, hiçbişey engel olamıycak benım uyumama inanıyorum yani buna, inanmak istiyorummmm!!!!

Özlemek?

Doğamızda var aslında, yaratılışımız böyle muhakkak özleriz birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, buluruz yani özlenecek bir şeyler illaki. elimizden kayıp gidenleri, tutamadıklarımızı, tutunamadıklarımızı özler galiba insan en çok.. Yerine koyamadıklarımızı, koyamayacağını bildiklerini özler. Bir adamı ya da kadını özler. Hele ki benim gibi duygusal ve sulu gözlü biriyse ×2 özler, eskiyi özler, 3 ay öncesini, geçen yılı özler, tatile gidince İstanbul'u-evini özler, İstanbul'da kaldığında yazlığı özler, ona sarılmayı, onu öpmeyi yine omzuna yatıp ağlamayı özler, arkadaşlarını özler, x’i -y’yi özler. özler de özler yaniiii.  aklına geldikçe bu özlemler gözyaşları süzülür hemen yanaklarından aşağıya, ve öyle ki daha önce gözyaşlarını silen aklına gelir, onun da yanında olmadığını anlar ve onu da özler.


Nedir ki özlemek? bizi bu kadar üzen, kısacık hayatımızda kocaman yer edinen, canımızı acıtan, kendini zorla bize sahiplendiren, illa ki herkesin hayatına giren, hayatımızı mahveden, kelimenin tam anlamıyla hayatımızın ağzına sıçan bu kelimenin tanımı nedir ki? 


sahiplendiğimizin aksine sahipsiz bir duygudur aslında.. biraz başıboş kaldığında, hem yolunu hem yönünü şaşıran. şaşırdığımız, hiç de değil derken  tam tersini yaparken yakalandığımızdır özlemek.. vazgeçmemektir, vazgeçememektir belki de!
Havaalanları da hep özlem kokar mesela. Bavullar gidip gelirken özlem taşıdıklarındandır onca ağırlıkları. Ağır bir yüktür özlem, kolay taşınamayan.. Sessiz ve tek kaldığımız gecelerde, anıların-hatıraların tozlu tavan aralarından, gün ortasında kalabalık bir ortamda burnumuzun direğini sızlatan kokudan, taşınırken elimize geçen eski bir fotoğraftan yola çıkıp bir hikaye yazabilmektir bir de özlemek..
yalnızlığı çoğaltmaktır bir anlamda. tuhaf biçimde içimizi acıtan tarifsiz bir his'tir özlemek. değişiktir, ama mutlaka herkese tadına baktırmıştır.  acısı aynı olmaz tabii ama herkes bilir mutlaka ne demek olduğunu, herkesin dili yanmıştır birkere..
Bir de bazıları var ki, ne kadar özlersen özle ne kadar yanında olmak istersen iste, asla göremeyeceğin asla bir daha boynuna sarılamayacağın, öpemeyeceğin, eskiden senin olan ama birdaha asla senin olamayacak olanlar. işte en katlanılmazı en dayanılmazı bu aslında, eskiden senin olan ama şuan başkasına ait olan ya da artık hiç olmayacak olan. buna katlanamıyorum, çıldırıyorum resmen, tahammül edemiyorum, nefret ediyorum bu durumdan kabul edemiyorum.
Veya sevdiğim birini bir daha asla göremiyceğimi bilmek ya da bunu düşünmek kesinlikle kabul edebileceğim bir şey değil yani. Ve en kötüsü yapabileceğimz bir şey de yoktur, hayat almıştır onu bizden, elimizden bir şey de gelmez ki.. hayatın düzeniymiş bu, maalesef böyleymiş bu, doğum nasıl olağansa ölüm de öyleymiş yani öyle karşılamamız beklenir bizden.  hayatın hoşumuza gitmeyen gerçekleri, hatta en gerçeği, en kötü, katlanılması en zor, tahammül etmenin mümkün olmadığı gerçeği. beni çıldırtan, aklıma geldikçe bir şeyleri parçalamak istediğim, düşündükçe ağladığım, kabus gibi rüyalarıma giren, korkunun kralını yaşatan berbat gerçeği..
 kimsenin hiç sevmediği ama asla hayatımızdan çıkmayacak olan gerçeği, bizi üzen ağlatan, yalnız bırakan sevdiklerimizi yanımızdan alan en gerçek gerçeği!

24 Ocak 2010 Pazar

Kime göre Doğru, neye göre Yanlış?

Ne çok doğru yapmaya şartlandırılmışız, ne çok yanlış yapmaktan korkmuşuz, ne çok kendimiz olmaktan utanmışız?
Yanlış ama kime göre neye göre yanlış. Bana göre doğru size göre yanlış, size göre doğru bana göre yanlış, ya da her ikimize göre doğru ya da yanlış...
Kişiden kişiye değişen bir şeyin ölçüsü neden irdeleniyor ki zaten?
Benim hayatımsa eğer bu, doğrusuna da yanlışına da ben karar vermeliyim. Eğer yanlış bile olsa yaptığım, sonucunu yaşayarak ben öğrenmeliyim. Karışmamalı kimse bana, benim doğrularıma… Belki yaptığım yanlışlar sonucunda üzüleceğim, ama yanlış yapa yapa öğreneceğim hayatı bu şekilde bulacağım doğruları. Kimse benim doğrularımı onaylamak zorunda değil tabi ki, ama bende kimsenin doğrularını yapmak zorunda değilim, tıpkı onlarında beni onaylamak zorunda olmadığı gibi.
Herkes yanlışlar yapmıştır, kimine göre doğru olan.. kişi neye yanlış neye doğru diyeceğini başkalarına değil kendi arzularına göre karar verir, sonuç karşılarındakini memnun etmese bile...
Doğrusuyla, yanlışıyla bizlerin hayatı çünkü bu. Biri geliyor yok bu yaptığın doğru mu? yok bunlar çok yanlış şeyler, yok bu sana yakıştı mı? Sanane, sizene!
Bu benim hayatım doğrusuda yanlışı da benim.
Kimse öğretmesin bunları bana, öğretmeye çalışmasın, istemiyorum,
karışmasın kimse bana, yaptığım hatalara, sevmiyorum birilerinin hayatıma karışmasını, birilerinin bana doğru-yanlışı öğretmeye çalışmasını, beni eleştirmesini, değiştirmeye çalışmasını… sevmiyorum işte.
Yaptığım doğrular da benim, yanlışlar da, bunların sonuçlarıda…
Bu benim hayatım çünkü… sadece benim, ben isteyene kadar sadece benimmm...

Rüyalarım Oscar’a aday:)

N’oluyo böyle anlamıyorum! son zamanlarda öyle rüyalar görüyorum ki, bendeki rüyalar en iyi en yaratıcı senaristlerin bile aklına gelmez, hiç kimsenin hayal gücü bu kadar geniş değildir eminim, hiçbir filme konu bile olmamıştır daha önce. yani tüm rüyalarımı bir kitapta toplasam ya da bunlardan bir film falan çekmeye kalksam ya satış rekorları kırar ya da oscar’a falan aday olur hatta adaylıkla kalmaz direkt ödülleri toplar gelir. Başka bir insan varmıdır acaba onca alakasız insanı, yeri ve nesneleri bir arada gören, rüyasında dünyanın tüm dengeleriyle oynayan, uçabilen,
İstanbul'u feth eden, her gün farklı bir ülke gören-gezen, resmen saatlerce rüya gören ve uyandıktan sonra saatlerce bunlara kafa yoran? Rüyalarımla başım fena halde dertte, yeter artık bende her normal insan gibi normal rüyalar görmek istiyorum, hatta uzun bir süre görmesem falan da olur yani. Hani bir de derler ya "rüyalar insanın bilinçaltıdır"  külliyen yalan, asla katılmıyorum…geçenlerde bir gün kendimi simsiyah çok güzel bir atın üzerinde gördüm, yanımda hiç tanımadığım ama çok yakışıklı çok güzel gözleri olan bir adam, (adam İngiliz ama simsiyah kısacık saçları yemyeşil gözleri ve esmer bir teni var, adam FBI ajanıymış, buraya bir soruşturma takibi için gelmiş, ama asıl amacı bana yardımmış, yani olan biten her şeyden haberi varmış, bilinçli gelmiş yani) arkamızda kalabalık bir asker ordusu, karşımızda düşmanlar… biz İstanbul için savaşıyomuşuz, İstanbul'u feth ediyormuşuz, sanki Fatih Sultan Mehmet 1453 de feth etmemişde bana kalmış:) bu ne şimdi yani? neyin bilinçaltı, ne yani bu? bu gördüğüm normal rüya statüsüne ekleyebileceğim tarzda rüyalardan mesela, daha enteresanları da var, onları hiç anlatmıyorum bile…
İşte böle değişik bi haller oluyo bu aralar bana ve rüyalarıma, hadi hayırlısı…

23 Ocak 2010 Cumartesi

Bembeyaz bir cumartesi...

Güzel bir cumartesi gününe merhaba dedim yaklaşık 3-4 saat önce, kar hala İstanbul’da. Terk edemedi, bırakamadı bizi oda çok sevdi bizleri tıpkı bizimde onu çok özleyip çok sevdiğimiz gibi. Karın yağışını izlemeye bayılıyorum az önce kahvaltımı yaptım bu bembeyaz manzarayla karşı karşıya. ağır ağır giden arabalar, oluşan trafik, kartopu oynayan çocuklar, düşmeden yürümeye çalışan insanlar, durumu baya bi abartıp sanki olağanüstü bir hal olmuşcasına ellerinde alışveriş torbaları evlerine stok yapmaya koşuşturanlar, el ele yürüyen insanlar, camıma kartopu atan amcam:) elinde bastonuyla tın tın yürüyen tatlı ve boncuk gözlü amca…işte bunlar benim penceremden gözüme takılanlar.
Bende bu güzel cumartesi günü kendimi ödüllendirip tembellik yapacağım, hemde en sevdiğimden.
Önce güzel bir dvd mümkünse içinde entrikalar olmayan sonu mutlu biten, beni yormayan güzel romantik bir aşk filmi, elimde dışarıdaki buz gibi havanın aksine içimi ısıtacak sıcacık içeceğim ve sessiz bir ortam… şuan tek istediğim bu.
Sonrasında kitabımı okumaya devam edeceğim,
Aret Vartanyan “ Sen ve Ben ” yine yine yine…Özellikle o son iki sayfasını, o çok etkilendiğim son iki sayfayı.
Sonra derken akşam olacak dünden kararlaştırmıştık bu geceyi…amcam, babam, aslı, merve, reşat ve ben rakı içicektik birlikte, ailece…uzun zamandır yapamadık böyle bişiler hep istedik ama olmadı işte
ya babamın ya amcamın, ya benim (itiraf ediyorum hep benim) bi işimiz çıktı muhakkak. Ama artık tamam bu gece olucak bu. rakılar babamdan, mezeler amcamdan, müzikler aslıdan, ortamı ayarlamak merve ve reşattan…içmek benden:)) içebilirmiyim bilmiyorum ama içmeyi içebilmeyi en azından tadına bakmayı çok istiyorum. Amcam der ki; rakının tadına bakılmaz içeceksin beğenmeyeceksin seni çarpacak, çarpa çarpa öğreneceksin içmeyi, böylelikle seveceksin rakı muhabbetlerini. bakalım artık ben mi onu çarparım yoksa o mu beni çarpar:) denemeden bişi söyleyemem tabi ki…
Neysee şimdii tembellik zamanıı. daha dvd falan seçmek gerekli sonra içecek hazırlamak hatta belki biraz mısır patlatmak...oooo yapacak ne çoooook şey var böylee...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Yine yazasım geldi...

Bu aralar hep yazasım var... olan her şeyi, yaşadığım her anı, üzüntümü,
sevincimi, şaşkınlıklarımı, hayal kırıklıklarmı... kısacası her şeyi yazabilesi bi moddayım şu sıralar. Yazmaya bi başlayınca saatler, sayfalar dolusu yazıyorum. engel olamıyorum kendime, böyle rahatlıyorum sanırım.
Geçen gün yine sinirlendim, yine kızdırdılar beni, yine üzdüler. Aldım elime kağıdı kalemi, kızdığım her şeyi her şeyi yazdım, resmen öfkemi, sinirimi kağıda kustum (mecazi anlamda tabi kii).  Sonra da binbir parçaya ayırdım o kağıdı, parçaladım  parçaladım  parçaladım...
Öyle bi rahatladım kii ama, iyi hissettim kendimi  bütün öfkem geçti sanki, bi nebze de olsa rahatlattım kendimi. Böyle durumlarda hemen yardımıma koşar kağıt-kalem  işimi kolaylaştırır, sakinleştirir, yatıştırır beni...
Güzel şeyler yaşayınca yazmak daha bir başka güzel oluyor tabi,  tüm mutluluklarımı o an ki heyecanımı sevincimi duygularımı yatıştırmadan,
sindirmeden yazınca çok daha gerçekçi oluyor, daha bi ben gibi oluyor. Zaman zaman bu güzel anıları okumak ise o kadar keyifli ki... özellikle de kendini mutsuz, değersiz, önemsiz hissettiğin anlarda.... Vay be diyorsun, ben ne güzel şeyler yaşamışım, ne kadar sevinmişim, ne çok sevmiş ne çok sevilmişim...ve daha birsürü güzel şeyler...
İşte bu yüzden seviyorum yazmayı; beni mutlu ettiği için, sonrasında okuduğumda yüzümde tatlı bir tebessüm bıraktığı için seviyorum.
Sinirlendiğimde beni yatıştırdığı, her zaman elimin altında olduğu için, benim en iyi kurtarıcım olduğu, beni hep dinlediği, hiç soru sormadığı, kimseye anlatamadıklarımı ona çok rahat yazabildiğim için, beni hiç yalnız bırakmadığı için, en iyi sırdaşım olduğu, kimsenin bilmediklerini bildiği için seviyorum yazmayı...
Keşke hayatta tıpkı böyle yazmak gibi olsa, her yanlış yazılışında buruşturup atılsa.. bir kağıt misali gibi. Üzerinde gözyaşı bulundurmayan yeni bir yaprak alabilseydik yerine ve yeniden yazmaya başlayabilseydik keşke..

Karlar düşerrrrrrrr :)))

Özlemişiz kar'ı...
Güne bembeyaz uyanmak kadar güzeli var mı ya? Uzun zaman sonra İstanbul'da böylesine güzel bir kar yağdı, hemde baya baya güzel yağdı...
Heryer bembeyaz, ağaçlar, arabalar,
yollar, bahçeler,i nsanlar, heryerrrrr... Karda yürümenin tadı da başkadır hani, keyif verir insana, gülümsetir,
çocuklaştırır falan.
Yani ben öyleyim, ne zaman kar yağsa gidip kardan adam falan yapayım isterdim, kartopu oynayalım, karda koşup yuvarlanalım, hissedelim birazcık, bütünleşelim karla, soğuktan  ellerimiz, burnumuz  falan kızarsın böyle...
Eskiden olduğu gibi yani, çocukken olduğu gibi, coşalım kar yağdığında
ya da okul zamanımızda ki gibi tatilllllll yağıyoooo diye sevindiğimiz,
haberleri dört gözle bekleyediğimiz zamanlar gibi, coşkusunu yaşayalım birazcık. Çokk fena özledim mesela şuan eskiyi karda yuvarlandığımız günleri. kızlara karşı erkekler yaptığımız kar topu savaşlarını, dimdik yokuştan aşağı kaydığımız anları, arkadan kıstırıp birbirimizi  kara yatırıp yuvarlamalarımızı. hiç bir kar bizim mahallemizdeki gibi güzel yağmıyor gibi gelirdi mesela bide bana, sanki kimse bizim eğlendiğimiz gibi eğlenmiyor eğlenemiyor falan gelirdi bi de... O kadar coşkulu yaşardıkk ki ama, bütün mahalle saattlerce, hepberaber, coşkusuyla, çığlık çığlığa, kahkahalarla...kar demek eğlence ve coşku demekti benim mahallemde, hep beraberlik demekti...Ben acaip mutluyum mesela şuan, ee az da değil hani uzun zamandır hasrettik böyle bir kara, özlemişiz yani...şimdi canım feci bi şekilde dışarı çıkıp yürümek, karla bütünleşmek çocuklaşmak falan istiyor:) tıpkı eskiden olduğu gibi...bir de saçma takıntılarımız vardı karla alakalı, hiç basılmamış yerlere ilk basmak gibi:) deli gibi koşardık hiç dokunulmamış kara ilk dokunan olmak için, hiç ellenmemiş karın üzerine ilk atlayan olmak için...o bembeyaz güzelim hiç dokunulmamış karı ilk bozan olmak için.
Şimdi şöyle benimle aynı kafada biri olsaydı, 987654 kat giyinip dışarı çıksaydık kardan adam yapsaydık, yuvarlansaydık birazcık çocuklaşsaydık azıcık fena mı olurdu ama??
uff ama çok istiyorummmm...

19 Ocak 2010 Salı

Yoğun baskılar üzerine :))

Çocukluğum, hayallerim, sırdaşım, dostum, her şeyim...
Her anımda, her olayımda, üzüntümde, sevincimde, hastalığımda her zaman yanımda olduğun için benimle beraber ağlayıp benimle beraber güldüğün, ilk arkadaşım, 21 yıldır herşeyimi anlattığım, yanında kendim gibi olabildiğim nadir insanlardan olduğun için, 4 yaşında evcilik oynadığım, 6 yaşında muzurluklar yaptığım, ilk aşkımı dinlediğin, bıkmadan usanmadan hep beni dinlediğin için, tüm sırlarımı anlattığım tüm sırlarını anlattığın için, kimsenin bilmediklerini bildiğin için...
Dostluğun, sevecenliğin, pamuk kalbin için, arada kanbağı olmadan da nasıl kardeş olunabileceğini öğrettiğin için, hiçbir doğum günümü unutmadığın,
birlikte inanılmaz keyifli vakit geçirip hayaller kurduğumuz ve sabaha kadar hiç sıkılmadan konuşabildiğimiz için, ağzımdan bir kelime çıkmadan ne söylemek istediğimi anlayabildiğin, beni hiç yormadığın için, evinin kapılarını sonuna kadar açıp evini evim  aileni ailem yaptığın için.Yaptığım tüm huysuzluklara, çocukluklara, şımarıklıklara rağmen beni hep çok sevdiğin bana çok güvendiğin, benim için hep iyi olanı istediğin için. Benim canım olduğun için, en yakınımdaki insan olduğun, dostluğun kardeşliğin ve aklıma gelmeyen birsürü güzel şey için çooook teşekkür ederimm bitanemmmm...
                                                                İyi ki varsınn Aslıııııııı...


Bu da aslı dan aybikem'e
Yoğun baskılar altındayım 2 gündür yaz yaz diye evet yazıyorum işteeeee;) Yazdım bitti (dermişimmmm) AYBİKEM benzerine az rastlanan bir isim ama ben çok şanslıyım ki türünün son örneği olan aybikem yıllardır yanımda yanıbaşımda, şansmı dersin başka bişeymi bilinmez tabii;) Şaka bir yana arkadaşım o benim sırdaşım. Söylenebilecek o kadar söz varki çocukluk arkadaşım, sıra arkadaşım, okul arkadaşım, oyun arkadaşım gibi ama ben hepsini toplayım tek bir isimde buluşturdum Aybikimi, DOSTUM hepsinin tanımı bu bence.
Anlatıcak o kadar çok anımız var ki; çamurdan pastalarımız, evcilik partilerimiz, bebeklerimize elbiseler dikişimiz elbiseleri dikerken aybikemin Reyhan teyzenin tülüne yan yan bakışı ve benim allah gitti güzelim tül diye panik anımm. He bide unutulmuz replik merhabalar ben sunucunuz Öykü Serterr;);) Allahım o neydi yaa, Memoli defterlerimiz, Kemal defterleri Bülent defterim. Hatırlıyomusun bakkalcı bile demişti ya kızım gel sana Bülenti istemeye gidelim diye kopmuştuk;) Bide süper bestemizz isyan dolu halimizle ellerimde mukavva sırtımda da bir çanta görürsen bir gün şaşırma yada tam okuldan kaçarken Ayşa hoca gördü pencereden gibi. Bide bizim mahalleye verdiğimiz konserlerimiz vardı tabi. Yavrum bizi rahat bıraksalar ya popçu olurmuşuz ya topcu kesin:) Bu deli yanımızı çok seviyorum ben gerçi biraz yaşlandık ama olsun hala sağlamız kırıldık, darıldık, isyan ettik ama ayaktayızz işte canım arkadaşım hep şen kahkamızla.......
Canım benim çok değerlisin ara sırada uyuzluğun tutuyo ama olsun ee başa gelen çekilir;) Canım dostum hep yanımda kal yanımda olamasanda yakınımda biryerlerde muhakkak varlığını hissettir bana çünkü varlığın hep huzur ve mutluluk verdi umarım hep böyle kalır.........  

Biraz gerçeklik biraz hayal.. yaşanmış ve yaşanmamış

Hayat yine mücadele içinde; sevinçlerimizle, hüzünlerimizle, umutlarımızla büyük ya da küçük hayallerimizle akıp gidiyor,
Her birimizin kendince gerçekleşen veya gerçekleşmemiş bir çok hayalleri vardır. Ne kadar güzel değil mi?Özellikle gece uyurken sıcacık yatağının içindesin, her yer karanlık gözlerini kapatmış hep güzel şeyler düşlüyorsun… olmasını istediğin ama bir türlü olmayan benim dediğin aslında hiç senin olmayan toz pembe hayaller…
Ya da bir dk. … şöyle olsun.
Soğuk bir kış günü sen evinde cam kenarında o çok sevdiğin yumuşacık beyaz koltuğun üzerinde oturuyorsun, en sevdiğin pijamaların üzerinde…mis gibi bir kahve kokusu sarmış odanın dört bir tarafını, her yer sessiz sadece dışarıdaki yağmurun sesini duyuyorsun  huzurun sesini…yağmur gittikçe hızlanıyor camını tıklatıyor birkaç yağmur damlası sana göz kırparmışcasına …
Çok severim ben yağmuru izlemeyi, sonrasında ki toprak kokusunu içime çekmeyi falan. Huzur bulurum  yağmurda, sanki yağan yağmur beraberinde hayatın tüm pisliklerini  yaşanılmış bütün çirkinlikleri alıp gidecekmiş gibi gelir. yağmur bütün pisliğini alacakmış gibi sanki hayatın…güneş açtığında tertemiz yaşanılası bir gün tertemiz bir dünya olacak gibi gelir bana hep.
Böylesine güzel bir günde hayal kurmakta daha farklıdır elbette.
O kadar güzel gelir ki… sanki günlerce yağmur yağsa ben hiç kalkmadan o beyaz yumuşacık koltuğumun üzerinden  elimdeki kahvem hiç bitmeyecekmişcesine saatlerce düşünebilirim, hayaller kurabilirim
rahatlatabilirim kendimi.
Ama bu da bir hayal, yine gerçek dünyaya dönmem gerekiyor. yine zorlu ve koşuşturmacalı hayatın içindeyim işte, yine onca saçma insan çıkacak karşıma. yine üzüleceğim durumlarla karşılaşacağım yine canım acıyacak yine üzüleceğim…
yani bir güzel şey daha sona eriyor, yine gerçeklerimleyim yani.
Hayaller gerçek değil. Gerçek çok acımasız oysa hayaller çok güzeldi…
Birsürü seçeneğin var hayal kurarken... istediğin gibi olmadı mı? o zaman tekrar hayal kurarsın, o da mı olmadı? o zaman tekrar tekrar… Milyonlarca şansın var, yanılma seçeneğin var, hatalarını anında telafi etme seçeneğin var, istediğin herkesi hayaline dahil etme istemediklerini hemen diskalifiye etme şansın var bir de. Hayaller canını acıtmaz hem, üzmez, yormaz,
ağlatmaz, aldatmaz, şaşırtmaz, merakta bırakmaz,canını hiç sıkmaz…
Peki ya gerçekler?
Seni üzer, bırakır, aldatır, ağlatır, canını yakar, kandırır, zorlar, çok seçenek sunmaz sana, hep istediğini yapmaz, kandırır bazen, kimseye güvenmemeyi öğretir, canını acıtır, istediğini hemen hayatına sokmana izin vermez, hemen hayatından çıkarmana da. Sil baştan şansın yoktur, çok fazla seçenek sunmaz sana, yanılmana ve yanlış yapmana izin verir ama sonucunu da yaşatır sana; çok fena canını yaksa bile, seni üzse ağlatsa bile…
Büyüdükçe daha da öğrenirsin gerçeklerin zorluğunu, öğretir sana hayat, baya bi büyütür seni gerçekler, olgunlaştırır falan. Anlarsın o zaman gerçeklerle baş etmenin hayaller kurmak kadar kolay olmadığını.
Hayal elimizde tuttuğumuz kırılgan, bize özel, bizim gözümüzden sakındığımızdır çünkü.. Kurulurken verdiği haz ile kırılırken verdiği acıyı kıyaslamak elbette kolay değil. Hayali oluşturan uzvumuz beynimiz, oluşum esnasında haz alan kısmımız ruhumuz, kırılma esnasında yan basan kısmımız da kalbimizdir. Sonucunda oluşan hayal kırıkları kalbe batmakta, can acıtmaktadır…
İnsanın hayalleri ne kadar büyük olursa yaşayacağı hayal kırıklıkları da o denli büyük olur derler...Kısmen katıldığım bir söz, bunun akside olabilir, herşey yolunda gider kurduğun hayaller gerçeğe dönüşür ve sevincinde kurduğun hayaller kadar büyük olur... Ama olmayınca pes etmek olmaz. İnsan hayal kurmadan yaşayabilir mi??? Gerçekler ne kadar acı olursa olsun hayal kurmak insana müthiş güç veren bir şey. Sakın olmadı diye hayallerinden vazgeçme...Bırak hayallerin şekil değiştirsin, boyut değiştirsin ama hep olsunlar...Buna izin vermezsen beklentisiz yaşarsın, inan bu daha yorucu. Bazen hayal kırıklıkları da iyidir.Yeni şeyler öğrenirsin, hayatın baktığın yerden göründüğü gibi olmadığını anlarsın, kendine bir şeyler katarsın... Vazgeçme

17 Ocak 2010 Pazar

Her dizide-filmde bi karaktere aşık olmaktan sıkıldım artık…

Gerçekten sıkıldım artık, bu ne canım, bu aralar çok fazla kaptırdım kendimi durum ciddi yani baya hemde. İzlediğim her dizide her filmde yada okuduğum kitapta falan mutlaka aşık olucak birilerini bulabiliyorum,
sonrası fena işte, ya tv.ya da pc.başndan kalkamıyorum saatlerce, ya da o kişi kitabın içindeyse bitirene kadar gözlerim okumaktan kızarana acıyana kadar okuyorum, sonra tekrar başa tekrar başa…Ya da bazen iğrenç dizileri falan da izleyebiliyorum içinde o var diye. Aşk-ı Memnu mesela. Nasıl bi dizidir o amca karısına, karısı behlüle, behlül yengeye, nihal behlüle, ben behlüle, necmiye behlüle, herkes behlüleee:) fena yani, karışık durumlar, kim kiminle, kimin eli nerde, kim kimin nesi belli değil cidden. Ama sadece Kıvanç için izlerim, gülüşü, kirli sakalı, kısacık saçları, tatlı tatlı bakışları için izleyebilirim katlanabilirim bu saçmalığı.
Aaa bide hatta en favorim Wentworth Miller “Michael Scofield “ sadece boyuna posuna değil zekasına hayran kalınası, gözlerini sözlerden daha iyi kullanan, 3 numara saçın en çok yakıştığı, mükemmel mavi gözlere, insanı resmen sarhoş eden bakışlara sahip adamm, Prison break izleme nedenim (o kadar da değil ama insan onu izlerken başka duygulara kapılıo işte) yolda gorsem (ımkansız tamam kabul ediyorum) sorgusuz sualsiz boynuna atlamak istedigim karakter. Ne hakkin var beni saatlerce nonstop esir etmeye, ne hakkin var bana yeni vizyon katmaya, ne hakkın var benı kendıne aşık etmeyeee???? Bir insan bu kadar mı güzel bakar? Bir insana somurtmak bile bu kadar mı yakışır?
Ezelde Kenan var bide, nasıl bi karizmadır o ya…tam adam işte, bakışları, konuşması, her şeyi yani her şeyi…
Sonra Lost var bir de Matthew Fox “ Jack ” muhteşem insan=)
Kenan Doğulu var, hani her yaz illa ki kuruçeşmede buluştuğumuz, söylediği tüm şarkıları üzerime aldığım..
Roger Federer var bide hayran hayran izlediğim ,onunla tenis oynayabilmek gibi imkansızzzz birşeyi istediğimm....aklıma gelmeyenlerde vardır tabi ama sanırım öncelikli olanlar bunlar.
Aaa bii de bende Jake'le Pandora'da yaşasaymışımm:)
Artık biri dur demeli banaaaaaaaaa =)

16 Ocak 2010 Cumartesi

Bi sihirli değnek değse ve beni çocukluğuma gönderse..

Sanırım ben çocukluğumu fena halde özledim.
“Uzun zaman sonra ilk defa seni bu kadar neşeli ve mutlu görüyorum” dedi benim için çok değerli çok önemli çok sevdiğim bir arkadaşım çocukluğumu anlatırken. Anlattıkça gülüyorum, dört beş cümlede bir “ahh ahh”diyorum, özlediğimi fark ediyorum o yılları.
Her zaman geçmişiyle çocukluğuyla mutlu olan ve yeri geldiğinde de övünen biri olarak o yılları özlemem normal elbette ama o günlere dönmek isteği baya fazlaca kurcalıyor kafamı son zamanlarda…
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümleler kurabilmek için henüz çok erken ,tamam kabul ediyorum daha gençliğimin baharında olabilirim:) Ama şimdiki zamanım ömrümün son anları da olabilir. Bunlar son anlarım ise; eminim en iyi anlarım çocukluk yıllarımdır, sayfalarca yazılar yazdığım, uğruna gözyaşları akıttığım, hayaller kurduğum, çocukluk yıllarımdır.
Masum, en saf en temiz halim yani.
Birilerini seven değil, karşılıksız herkes tarafından sevilen halim. Sanırım küçükler ile büyükler arasındaki en bilinmedik ama can alıcı nokta burasıdır. Çocuklar birilerini sevmeyebilir ailelerini bile… Belki de hayatlarındaki tek sevdiği şey barbie bebekleri, uzaktan kumandalı arabalarıdır. Fakat büyükler öylemi?değilll .Birilerini mutlaka severler, belki sevmek zorunda hissederler, ya da sevmeseler bile seviyormuş gibi yaparlar. Bir insanı sevmek yada seviyormuş gibi görünmek büyümeyi gerektirirmiş onu anladım zamanla… ha bunu ben yapar mıyım ,yapabilir miyim? Aslaaaaa. Sevmediğim birine seviyormuş gibi davranamam ki, istesemde yapamam.
Fotoğraf albümlerini karıştırmak, eskilere dalmak, çocukluğu bir daha yaşamak o kadar güzel ki… Dijital fotoğraf makinesinin yokluğu belki ilk defa bu kadar zevk veriyordur.
Harika bir çocukluk geçirdim desem yalan olmaz. Bunda ailemin payı elbette çok büyük… Sarıyer'de yaşadım ben çocukluğumu . 5 katlı bir binanın 1.katı. Kocaman bi bahçe bize ait. Kiraz, şeftali ve erik ağacına yetişebiliyorsun. Dilediğince meyve yiyebiliyorsun:)
Aslı vardı (hala var hep var ve hep olucak ) Naciye yengenin kızı. Onunla beraber teypte ses kayıtları yapıyorduk. Sehpalara vurarak sesler çıkararak müzikler yapıyor şarkı söylüyorduk. Çocukluk arkadaşımdı Aslı onunla dünyayı baştan yaratır o günün akşamı geri yıkardık. Evcilik oynar, salıncakta sallanır, kaydıraktan kayardık, cips yer içinden çıkan hediyeleri almak için can atardık, toprağı kazıp suyla karıştırıp pastalar kekler yapardık.“Kirlenmek Güzeldir!” sloganı ortaya çıkmadan yıllar önce biz onu yaşardık..
Etrafımda kızdan çok erkek vardı benim Gökhan, Bilal, Fatih, Ümit şuan isimlerini hatırlayamadığım niceleri…Apartmanın bahçesinde onlarla top oynardık, maç ederdik bizde erkek çocuğu gibi, gece yarılarına kadar yakalamaç oynardık ben hep Fatih’i yakalamaya çalışırdım ama yok bunu hiç başaramadım:/ tazı gibiydi öyle bi koşardı kii…
Saklambaç oynardık birde. Hiç unutmam saat epey geç olmuş bizim kadro tam takır ebe olan yerinı almış saymaya başlıyor, hepimiz deli gibi koşuşturuyoruz en bulunmaz yere saklanmak için. Bir kamyonet vardı bahçemizde m.ö kaçıncı yüzyıla ait acaba yeşil 66 model Bedford. Merve kamyonun kasasına çıkmış saklanmak için tamam buraya kadar her şey normal ama oradan inemiyo:) çığlık çığlığa bağırıyoorr  beni buradan indirin diye. Gülmekten karnıma ağrılar girmişti hatırladıkça da gülerim:) ama çok güzeldi o zamanlar…
Oyuncaklarım vardı bide bir sürü bir sürü… At (küçüklükten beri at tutkum vardır) gitar, org, çeşit çeşit bebekler, barbieler, hayvanlarım, puzzle, lego vs vs…
Bide hayvan besleme merakım vardı civciv, tavşan, balık, köpek, kuş.
Sarılı- mavili çok güzel bir muhabbet kuşumuz vardı, salonda en güzel yerde asılıydı, özenle bakardım ona çok da severdim.1 yıldan fazla süredir de bizim ailenin bir ferdi olmuştu az da değil hani 1 yıl. Bi gün kardeşim salonda tek başına küçük daha o zamanlar 3 yaşında falan bende çok büyük değilim 7 yaşlarındayım, biz annemle diğer odadayız içerden küttt diye bi ses geldi biz Reşat’a bişey oldu sandık, hemen koştuk yanına ama hayır Reşat’ta bir sorun yok olan benim mavişime olmuş:(
Bizim ufaklık annem onu dışarı çıkarmayınca mavişle maç yapmış topu bir atmış maviş yerde, o anı daha dün gibi hatırlıyorum, baktım baktım ve ağlamaya başladım. Bir daha da kuş beslemedim zaten, istemedim de. Sanki başka bi kuş alsam onu sevsem mavişe haksızlık edicekmişim gibi geldi.
Anlatılacak o kadar çok şey var ki…
Ailecek yapılan hafta sonu piknikleri, doğum günleri, bayramlar, kutlamalar… Bir elin annende bir elin babanda arabayla değil yürüyerek gezmeler… Hayat o zaman anlamlıydı, o zamanlar mutluydum, derdim yoktu. Zor değildi hiçbir şey,zor olsa da, şimdiki gibi etrafta “daha çok zorlaştıranlar” değil destek olanlar, kolaylaştıranlar vardı. Hani diyorlar ya “Hey Gidi Günler” diye… Aynen ondan… Dank ediyor kafama “Hey Gidi Günler” diyorum.
Bir sihirli değnek değse de geri dönsem o yıllara. Kasetlerde kaydı olan, oyuncaklarının sahibi, çamurdan pasta yapan, erkeklerle maç oynayan, bıkmadan usanmadan çizgi film izleyen, jetgiller hayranı, tom ve jerry hastası beni geri versinler bana. Çocukluğumu versinler bana…

8 Ocak 2010 Cuma

Sen ve ben...

Eğer kalabalıktaysan ama yalnızsan, herkese çok yakınsan ama bir o kadar da uzak, gülümsüyorsan içinde derin, buruk bir boşluk varken. Yapacak çok şeyin varsa fakat hepsini yapacak kadar vaktin olmadığını düşündüğünden her şeyi yarım bırakıyorsan... Ben de senin gibiyim, belki de seninle duruyorum, yanında ya da yanında hissedeceğin bir yerde. Şimdi sana beni anlatacağım ya da bendeki seni.
Şimdi ben buradayım. İki elinin arasında tuttuğun kitapta değil, kafandayım, orada yarattığında... O her nasılsa ve ne yapıyorsa ben oradayım. Bu bir tesadüf değil, anlayacaksın. Benden alabileceklerini, sonrasında aldıklarını sadece sen bileceksin. Bu bir başlangıç... Yüreğinin sesini duyuyorum, arayışını biliyorum. Bedenimi, ruhumu sonuna kadar açtım. Ruhum benim liderim. Yaşamın hesap defterini kapatıp, izlemek yerine yaşamaya başladığın an neleri hissedeceğini hissetmek, benim varoluşumun ta kendisi...
Gel hadi anlatacağım, sonra da gideceğim.

" İnsanız . Nefret de edeceksin, hıçkıra hıçkıra ağlayacaksın, kırıp dökmek isteyeceksin, herşeyden vazgeçmek isteyeceksin, kıskanacaksın,
aldatacaksın, yalan söyleyeceksin, üzecek, üzüleceksin...
Hepsi var. Hepsi var olacak. Sen yaşadıkça, ben yaşadıkça...
Bu duygularımı yok sayamam, yokmuş gibi davranamam.

Bu kadar dolanıp dolanıp anlatmaya çalıştığım şey, hayatın,yaşamın  nasıl bir süreç olduğu ve bu süreçte senin nasıl bir unsur olduğun. Dünya senin baktığın gibi var. Bu dünya berbat da olabilir, cennet de olabilir. Sen bu dünya için yük de olabilirsin, dost da...
İlk buluşmamız için nasıl bir son hayal ettiğini bilmiyorum. Seninle karşılaşmamız bir tesadüf değil. Tesadüflere hiç inanmadım. Şu anda senin benimle olmanın bir nedeni var. Bir şekilde yollarımız kesişti. Ben kendimi senin ulaşabileceğin bir yere koydum, sen de beni seçtin. Bu bir başlangıç. Senin bir geceyarısı tasvirinle başladı, bir sohbetle devam etti ve benim son sözlerimle sona erecek.
Şimdi sen sensin, ben de ben... Bu hep böyleydi ve böyle olacak. Sen seni yaratıyorsun içindekiyle, ben de beni... Şimdi otur ve düşün. Yaratmak istediğini yarat...Yaşamak ya da yaşayan ölü olmak. Ben sana bir ayna tutmaktan fazlasını yaptım. Seçimi yine sen yapacaksın. Ben kapıyı çarpıp çıktıktan sonra ya yalnızlığında mevcut hayatına döneceksin, ya da sen olma yolculuğunda, içinde olduğun evrene ve yaşadığın dünyaya anlam katmakya yol almaya başlayacaksın, aldığın yolda ısrar edeceksin.
Şu andan sonra yanında değilim, yalnızsın; sen benimle yürüme cesareti gösterene ya da ben seni tekrar buluncaya kadar..."

                                           " Sen ve ben "
                                         Aret VARTANYAN



Aret Vartanyan diye bir adam var, herkes biliyordu da ben yeni tanıyorum sanki. hani iç ses gibi bir  adam. ne kadar sussan da seni anlar gibi hissettiğin adam. hep üzerine düşündüğümüz şeyleri derleyip toparlayıp karşımıza çıkaran adam. cümleleri çok basit, kitabını okurken sanki arkadaşınla konuşuyorsun gibi. kahve sohbetinde uydurduğun metaforların bileşkesi kitabı. yine de okunası,  okudukça okunası. kitabın sayfaları ilerlerken, Aret'in arkadaşım olduğuna yemin bile edebilirdim. beni bu kadar anlaması, tüm insanlığın aynı sorunlardan muzdarip olduğunu gösteriyordu adeta. acayip bi  kitap, boşlukta okunası desen değil, kişisel gelişim gibi ama o da değil sanki. nasıl tarif etmeli bilmiyorum. sorular var ya kafanda dönüp duran, onların cevabı sanki. kendini sevmekle, yaşamakla, hayatla alakalı herbir sayfası. güzel cümleleri var, her defasında cp yapıp göndermek istediğim. üşenmeden altını çizdiğim sayfaları var. hani bazı şeyler vardır ya onları istersin ama dile getiremezsin, aslında öyledir ama kimselere söyleyemezsin hatta çoğu zaman kendine bile ifade edemezsin, zorlanırsın bazen... ama bir yerlede duyduğunda ya da okuduğunda işte o evet tıpkı böyle bu benim dersin ya, birileri tercüman olurya hislerine, sanki seni senden daha iyi tanıyormuş gibi gelir, beni benden daha çok biliyormuş gibi gelir ya bazen... alıp götürür seni böyle, okudukça okuyasın tekrar tekrar okuyasın hatta hep okuyasın gelir ya o zamanlar....

iyi hissettiriyor bana bu kitap. adı "sen ve ben" reklam yapmak değil de derdim, kitap çok okunası. bittiğinde daha iyi oluyor her şey sanki. herkes okumalı bence. zaman kaybı falan değil çünkü, okunmalı.