13 Ağustos 2018 Pazartesi

Yazıyor, yazıyor...

Okumayı ve yazmayı öğrendiğim andan itibaren en büyük tutkum, okumak ve yazmak. Kitap-dergi-gazete-broşür her şeyi ama her şeyi okumaya bayılırım. Blogları takip etmeyi, tanımadığım kişilere yazılarından kişilik analizi yapmaya bayılırım mesela! Kişilerin yazılarını onların ses tonuyla okumaya çalışırım, sesini bilmiyorsam da ona en uygun ses tonunu bulup o şekilde devam ederim. Yazmaya aşığım, bu da benim terapim sanırım, kelimelerin gücüne inanıyorum. Bu yüzden bana yazılan her kelimeyi de mutlaka saklarım, minik notlar ve mektuplar romantizm kokar benim için. Kelimelerle flört etmeyi seviyorum.
Ruhuma iyi geliyor yazmak, kalbime iyi geliyor bana yazılanları okumak.
O yüzdendir ki, yazabilen herkese hayranım, gözümde inanılmaz büyüyor bu özelliğiyle.
Söz uçar yazı kalır derler ya, doğru aslında. Yazdığınız bir şeyi aradan yıllar geçse dahi tekrar tekrar okuma şansınız var, ve okuduğunuz her an o yazıyı yazdığınız ruh haline bürünüyorsunuz. Kokular gibi duygular da unutulmuyor. Bir şekilde ölümsüz anılar biriktiriyorsunuz.
Eski yazdıklarımı okudum bugün biraz, heyecanlandım, üzüldüm, sevindim, korktum, mutlu oldum. Gerçekten yazıyı yazarken hissettiğim duyguyu yaşadım bir kez daha.
Bana iyi geliyor yazmak, yazılanları okumak.

yazın bence, siz yazın, ben okurum.

23 Temmuz 2018 Pazartesi

sır

İyi geceler!

Burayı aksatmayacağıma dair söz vermiştim ancak tutamadım sözümü.
Bir fikir var aklımda, kendime not olsun diye yazıyorum. Saman kağıdından yüzlerce kağıt buldum, bir de kalem ihtiyacım olan. Eğlenceli yolculuğum beni bekliyor. Belki seninle de kesişir yolumuz, dikkatlice bakın etrafına.

-şimdilik bu kadar

27 Şubat 2018 Salı

HELLO!

Evet geri döndüm!

Uzun zaman oldu yazmayalı, aslında vakit bulamadığımdan değil de siteye giriş yapamamamla alakalıydı. Son bir denemeyle geri aldım sayfamı, hahayyyy :)

Demem o ki; geri döndüm.

Düşüncelerimin kelimelerle dansı başlayabilir.

Öperim herkesi!

-aybikem

23 Temmuz 2015 Perşembe

anlamsız

bazen çok kızıyorum kendime. iyi niyetime. kötüyü ısrarla görmeyişime, görmek istemememe.
pembe çerçeveli gözlüklerimden vazgeçemiyorum bir türlü. 
bana istediği kadar kötülüğü dokunsun bir kişinin, güç durumda olduğunda ilk yanında olan oluyorum yine. arkamdan konuştuklarını, hakkımda konuştuğu yalan-yanlış şeylere rağmen susuyorum. konuşsam aslında, bir bilsem söylediklerimi, bir açsam ben de ağzımı.. ama ben değilim o, olamadım ki öyle kötü niyetli, içim dışım bir benim. herkesle ilgili hep iyi düşündüm, hep iyi olsun istedim. yine öyle olsun istiyorum.
nasıl bu kadar kötü olabilmiş insanlar anlayamıyorum. hırs mı bu? ego mu bu? ne bu?
herkes birbirini geçme peşinde, her ne pahada olursa olsun. 
halbuki bilseler en güzel yarışın kendi içinde olduğunu. başkasının başarısıyla da mutlu olunabileceğini. 
psikoloji dersinde hocam çok güzel bir örnek vermişti, çok sevmiştim ve o gün bu gündür hep anlatırım bu örneği.
bir öğrenci, çok başarılı ve kimsenin onu geçmesine tahammülü yok. 

Öğretmen eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, öğrenciye bakarak,
“Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?” dedi.
Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek de olan birkaç yanıt verdi.
Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti.
“Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor?” diye sordu
Öğrenci utana sıkıla,
“Daha kısa” diyerek başını öne eğdi.
Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine unutmaması gereken şu öğüdünü verdi:
- Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir . . .

30 Temmuz 2014 Çarşamba

bayram.

bayram. kim sevmez ki? özellikle okul zamanları, bayram demek tatil demekti. hele ki salıya denk geldiyse, oo tüm hafta bizim. uyanık çocuklardık biz, her şeyle mutlu olurduk.

Bayram sabahı erkenden kalkılır bizim evde. Evin erkekleri, hatta geniş ailenin erkekleri (çünkü aile apartmanında oturuyoruz biz, hatta apartmanlarında) bayram namazına gider, namaz sonrasında da fırından sıcacık ekmekleri alır gelirler. Bu sırada da muazzam bir kahvaltı hazırlanır evde. Ben 13 yaşıma kadar bayram kahvaltıları büyükbabamın evinde yapardık (üst katımızda, babamın babasına büyükbaba deriz biz. Annemin babasına dede, dedemi hiç tanımıyorum, ben 1 yaşındayken ölmüş o) Erkekler sıcacık ekmeklerle geldiğinde ailece kahvaltıya oturulur, bol kahkahalı, oldukça kalabalık en güzel bayram kahvaltısıdır. Sonrasında aile büyüklerinin elleri öpülür, harçlıklar alınır, tüm mahalle bayramlaşılırdı. Sıra 2. bölümde Baba tarafı bitti, haydi anneanneye. Annemler 8 kardeş, babamlar 5. bir sürü teyze-hala-dayı-amca, kuzen.. çok kalabalık bir aileyiz biz. Anneannemin evinde tüm teyzemler ve dayımlar toplanır tam bir bayram ritüeli yaşanırdı. Anneanneye şımarmalar, birbirinden lezetti yemekler.. tam bir bayram havası, eski bayramlar diye anlatır ya büyükler, işte biz hep onu yaşadık, yaşardık..


13 yaşımdan sonra büyükbabam ve babaannem olmadı. yoklar. kahvaltılarımız daha çekirdek aile, daha yapay. biraz daha büyüdüğümde anneannem de gitti. 

onlar gidince ailemizin aslında o kadar da büyük olmadığını anladım. 3 kişinin yokluğunun ailemin yokluğu olduğunu gördüm. bu bayram mesela, babam ve reşat yine namaza gittiler, sonra kahvaltı. sonrası hiç. 

elini öpecek büyükbaban, anneannen, babaannen olmadığında bayram biraz buruk geçiyor. kelime anlamıyla uyuşmuyor. onların ellerini öpüp, doya doya sarılmak varken mezarlarını ziyaret ediyorum, çok özlüyorum. seslerini özlüyorum, yanaklarını özlüyorum, bana sarılmalarını özlüyorum, kızım demesini özlüyorum, büyükbabama gazete okumayı özlüyorum, onunla haber kanallarını izlemeyi özlüyorum, beni kızdırışını, bana bakışını.. bir kerecik onları görebilmek için nelerden vazgeçerim biliyor musun? 

kendimle hep kavga ederim ben. en çok kendime kızarım şu hayatta. şuan iç ses yine bağırıyor bana; o kadar anne babası hatta kimsesi olmayan insan varken, senin bu yaptığın biraz şımarıklık mı acaba diyor. onlara da çok üzülüyorum, keşke elimden bir şey gelse hatta diyorum, ama olmuyor işte, gelmiyor.

yani uzun lafın kısası bayramları seviyorum ama bayadır çok eksik bayramlar. eksik oluşunu sevmiyorum. tam olamayacağının farkındayım ama, işte böyle oluyor bu zamanlarda.

eğer şuan beni görüyorlarsa, duyuyorlarsa ya da ne biliyim en kötü hissediyorlarsa, ben onları çok seviyorum, çok özlüyorum..

hep tam olsun bayramlar.
sana da iyi bayramlar.

20 Temmuz 2014 Pazar

yazamamaca.

20 temmuz. pazartesiye 1 gün, hayatımızı karartan 2 yıl önce o güne 4 gün var.
21'i rutin kontrol. 24'ü 2 yıl önce kahkahayla hastaneye girip sonrasında İngiltere'ye gidecek o kızın tüm sisteminin çöktüğü gün.

sadece güzel olsun istiyorum sonrası, sağlık olsun..

çok uzun zamandır hiç yazmadım, yazdım-sildim. bilmesin istedim kimse sanırım.

birine çok kırgınım, kızgın değil, kırgın. sanırım biliyor kendini, bilmese de dert değil açıkçası.

bu aralar bir şeyden çok korkuyorum. yani olabilitesinden. kimseye de anlatamadım, iç sesle bile kavgalıyız bu konu yüzünden. ne zaman bana açmaya kalksa bu konuyu, başka şeylerle tavlamaya çalışıyorum onu, değişik uğraşlar koyuyorum önüne, sevmese bile bana bulaşmaması için oyalansın istiyorum. böylece iç sesi kandırıp, zihnimin iplerini elime aldığımı düşünüyorum. ne saçma elimi dahi kaldırabilmem için bana komut veren beynimi kandırdığımı düşünüyorum. düşünmedim dediğimde bile düşünüyorum aslında ya, neyse. umarım korkumun üzerine gidebileceğim bir gün gelir ve umarım yersizdir bu korkum.

75 günlük tatilim hala devam ediyor. dile kolay 75 gün. YETMİŞBEŞGÜN. henüz İstanbul dışına çıkmadım, buralarda deniz-arkadaşlar, bol tembellik, oruç vs. geçiyor bir şekilde

uyku denen yaşamsal ihtiyacım resmen lüks oldu benim için. uyuyabilirsem ne ala. 03:46 şuan. gram uyku yok yine. Ezan okunuyor şuan, ara verip dua etmem lazım.

dualarımı da ettim, tamamdır şimdi.

an itibariyle bir mail geldi ve onu cevaplamam lazım şuan. bunu da başka bir zaman anlatacağım zaten. arayı çok uzatmadan yakın zamanda görüşmek üzere..

19 Ekim 2013 Cumartesi

pazartesi

pazartesiler hiç sevilmez ya, 21'indeki pazartesi ya bu ön yargımı kıracak ya da sevimsizlik haznesine + puanlar katarak yoluna devam edecek.
umarım şansını iyi değerlendirir ve kendini en az cumalar kadar güzel kılmayı başarabilir.

sev beni pazartesi, üzme.

lütfen.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

24.07*2

geçen sene tam şimdiydi.

hastanenin yakınlarında bir kaldırıma oturmuş 2 saat durmadan ağlamıştım, hıçkıra hıçkıra.
tanımadığım bir adam peçete uzatmıştı, anlatırsan dinlerim demişti, ama sakın ağlama, yakışıyor mu bu güzel gözlere ağlamak deyip susturmaya çalışmıştı beni.

geçti artık, bitti.

seni çok seviyorum annecim.
sana hiçbir şey olmasın, bana olsun ama sana olmasın.

hep iyi ol.

31 Mayıs 2013 Cuma

31.05.2013

31.05.2013

bugünü sakın unutma aybikem. kimsenin unutmasına da izin verme sakın!

10 Nisan 2013 Çarşamba

Pragma

                         


Uzun zamandır ilk kez bir oyunu bu denli çok görmeyi istedim. Ne zaman bilet almaya yeltensem oyun kapalı gişe oynadığından ya bana uyan tarihe bilet bulamadım ya da bilet olan tarih bana uymadı. 9 Nisan İstanbul'daki son oyun. Her ne olursa olsun gitmeliydim. Ve sonunda biletimi aldım. Hem Buğra Gülsoy ve Serhat Teoman'ı tiyatroda çok merak ediyordum, hem de Pragma'nın konusu beni fazlasıyla cezbetmişti. 

Pragma GET yapımın sahneye koydukları ilk oyun (yanlış hatırlamıyorsam) Get yapım Buğra Gülsoy-Serhat Teoman ve Emre Erkan'ın birlikte kurdukları şirket. Kendi deyimleriyle, şımarabildikleri yer. Emre Erkan ve Mert Öner'i daha önce tanımıyordum, bir de Sertaç Arı'yı. Onları bu oyun sayesinde tanıdım.

Oyun birbirinden farklı dönemde yaşamış Ted Bundy, Andrei Chikatilo, Albert Fish, Richard Ramirez ve Charles Manson’ın hayatlarına gönderme yaparak “Onlar gerçekten suçlu mu? Yoksa suça itilmiş insanlar mı?” sorusuna cevap arıyor. 

Başka bir değişle, siyahın içindeki beyazı anlatıyor bize. Beyazın siyaha dönüş hikayesini seriyor gözler önüne. 'neden'i-'niçin'i sorgulatıyor. 

Psikoloji, çok içinde olduğum ve uzun bir süre derslerini aldığım bir alan. Oyunun konusu da Psikoloji üzerine kurulunca çok benlik oldu haliyle.

Pragma farklı çevre-aile ve farklı suçlardan dolayı bir arada olan bu 5 katilin üzerinden bir Tiyatro oyunu kurgusunun yapılabileceğini sergiliyor izleyicilere. Seçilen seri katillerin ortak özelliği ise hepsinin Dünya üzerinde ilk 10'da yer almaları ve hepsinin idama mahkum edilmiş olması. Oyunun konusunun alışa gelmiş olmamasının yanında sergileniş biçimi de oldukça farklı ve ilgi çekiciydi. 

Salona girerken ortada bir küp görüyorsunuz ve oyuncular bu küpün içinde yerini almış ve bizler yokmuşcasına hareket halindeler. Herkes yerleştikten sonra oyun başlıyor. Oldukça gerilimli, kanlı ve bunun yanında seyirciyi fazlaca tatmin eden bir oyun. Oyunu izlerken kaç kez sıçradım hiç bilmiyorum. Serhat Teoman'ın Mert Öner'in boğazını sıktığı sahnede neler hissettiğimi, nasıl zor yutkunduğumu  anlatamam bile.

Oyuncuların hepsi inanılmaz başarılı. Hepsini çok beğendim. 

Buğra Gülsoy, tıpkı Kuzey Güney'de izlediğimiz gibi. Rolün hakkını fazlasıyla veriyor. 

Mert Öner ve Emre Erkan'ı daha önce izlemediğim ve tanımadığım için kendime kızdım. İkisi de çok iyilerdi. Mert Öner öyle yaşayarak oynadı ki. Sanırım role en yakın rol yapmak böyle bir şey. İnanılmazdı.

Serhat Teoman'a gelince. Bir sahnede öyle öfkelendi ve bağırdı ki. Sanki o küpün içinden çıkacak ve birimizin boğazına yapışacakmış gibi hissettim. İlk kez bir oyunda, bir oyuncudan çekindim. Bana bu ilki de yaşattı Pragma.

Gelelim Sertaç Arı'ya. 70 dk boyunca hiç kıpırdamadan uzandı sahnede. İddiaya girdik, bu kesin şişme bebek diye. Sonra bir de baktık ki, Sertaç Arı. Kendisini de çok tebrik ediyorum. Sonuçta ekip oyunu bu.

Oyunun genel toparlamasını yaparsak, alışa gelmişin dışında bir oyun. Tiyatro oyunu izliyor gibi değil kesinlikle. Tanıklık ediyorsunuz olaylara. İtirafları dinliyor, etrafı sorguluyorsunuz. Suçlu gerçekten suçlu mu? Suça iten daha mı suçlu? Suçlular suça itilen insanlar mı? diye düşünüp duruyorsunuz oyun sonunda.Yargılarını tekrar  değerlendirebileceğin düşünce balonları oluşturuyor kafanda.

Umarım tekrar oynarlar. İzlemeyenler varsa ya da benim gibi bir daha olsa yine izlerim diyenler varsa, -ki var, biliyorum. Bizler için İstanbul'da tekrar olsun bu oyun. lütfen.


                           


                                       

*aybikem'in notları;

Oyunun bir bölümünde ışıklar kapanıyor ve ben o an oyuncuların o küpün içinden çıkıp bizlerin yanına geleceğini düşündüm. Hatta çıkışta sohbet ettik, birçok kişi aynı şeyi düşünmüş, beklemiş.
Serhat Teoman elini cama dayayıp öyle gözünün içine bakıyor ki.. sen rahatsız oluyorsun bu bakışlar karşısında ( hayır ben olmadım) ama o olmuyor. Bakıyor öyle. çok da güzel bakıyor.
Bir replikleri var, -ki biz Petek'le eriyip bittik. "-Yanına gelicem, sevicem seni, okşuycam. İnanmıyorsun di mi?" biz inandık, ama gelmedin, gelmedin :))
Serhat Teoman yakışıklılığının, beğenildiğinin çok farkında. oyunu izlerken hissediyorsunuz siz de zaten.  hani Ramirez hala hayranlarıyla yazışıyor ya, ben de bu katille yazışabilirim. öyle yani. 
daha çok yazarım da, gerek yok. ilkokulda yazılan platonik aşk mektubu seviyesine kadar indim, farkındayım da. napiyim? :)


                    

merak edenler için, oyundaki seri katillerin profilleri;

Buğra Gülsoy “Ted Bundy”:  (24 Kasım 1946 - 24 Ocak 1989) tık-tık
Serhat Teoman “Richard Ramirez” (28 Şubat 1960 ) tık-tık
Emre Erkan “Andrei Chikatilo”:  ( 16 Ekim 1936) tık-tık
Mert Öner "Albert Fish": tık-tık




Yazan-Yöneten: Buğra Gülsoy          
Sahne Tasarım: Kaan Güreşçi
Yönetmen Yrd.: Ezgi Bakışkan
Reji Asistanı: Koray Tahir Ön
Asistan: Z.Sevi Yılmaz
Makyaj: Ebru Süren
Afiş Fotoğrafı: Mehmet Turgut
Afiş Tasarım: Berkcan Okar
Andrei Chikatilo: Emre Erkan
Albert Fish: Mert Öner
Richard Ramirez: Serhat Teoman
Charles Manson: Sertaç Arı
Ted Bundy: Buğra Gülsoy


3 Nisan 2013 Çarşamba

bitti

daha önce uzun uzun yazmıştım başımızdan geçenleri. geçen yaz 24.07'de nasıl da hayatımız değişti vs.
o günlerde bu zamanları asla hayal edemiyordum. her şey kötüydü sanki, kötü hep sabitti.
ameliyat, ardından kemoterapi, radyoterapi derken hepsi bitti şimdi.
son kez hastanedeydik. artık her sabah erkenden hastanelere gitmek yok. canının yanması yok, gün saymak yok.

3 aylık rutin kontroller olucak şimdi, 5 yıl devamlılıkla. bu süreçte umuyoruz ki tüm tahliller de bizi mutlu edecek sonuçta olacak ve kanser tamamıyla hayatımızdan çıkıp gidecek. bir daha geri dönmemek kaydıyla!

bu arada tüm Maslak Acıbadem ekibine sonsuz teşekkür ediyoruz. 

annemin tüm doktorlarına, hemşirelerine, danışmanlara, tüm personele. 9 aydır evimiz oldu adeta orası, bu süreçte öyle güzel ilgilendiler ki annemle. iyi ki doktorlarımız var. 

31 Mart 2013 Pazar

görmem lazım!


öncelikle tabii ki Paris :)
İtalya Portovenere-Venedik-Alberobello
Tanzanya Safari
Malezya
Plitvice Gölleri Ulusal Parkı, Hırvatistan
Capilano Asma Köprüsü, Kanada
Hava Kandili Festivali, Tayland
Kuzey Işıkları, İskandinavya
Brezilya-Rio Karnavalı
Hollanda-Amsterdam
Yeni Zelenda

18 Mart 2013 Pazartesi

rüya

saçma rüyalar serim tüm hızıyla devam etmekte.
dün gece sabaha karşı yine böyle bir rüya gördüm, çok gerçek gibiydi. o yüzden yazmak istedim.

olay yeri bizim ev.
kahramanlar, ben, damla, fatma hanım (bizim okulun muhasebecisi) bir adam ve ablası.

o adam tıpkı dişleri çirkin olan adama benziyordu (bu kez diş görmedim, sadece arkasını gördüm)

sabah 5 e doğru uyandım ve tekrar yattım, işte sonra başlıyor olay.

ben-damla ve fatma hanım benim odamda yatıyoruz. o adam, reşatın odasında (reşat kardeşim) ablası da reşatın odasının yanındaki odada kalıyor.

adam odada traş oluyor, damla ve fatma hanım arka bahçeye gidiyor (hava henüz aydınlanmamış) ben de tam onların yanına giderken o ablası yanıma geliyor ve gece sen uyurken kollarına baktım sen hap kullanıyorsun diye saydırıyor bana bir sürü. nasıl ağlıyorum ben, hayır diyorum, ben sigara bile içemem, ne hapı diyorum ama ikna edemiyorum :(

ağlayarak arka bahçeye gidiyorum ben de, tam o sırada o adam camdan beni görüyor ve n'oldu diye sesleniyor arkamdan.

git ablana sor diye ağlıyorum ben yine. geliyor yanıma, sakinleştiriyor beni, üzülme, bakma sen ablama diyor ama ben hala ağlıyorum :(

sonra tam rüyamın devamı olacakken, saat 6.30 oluyor ve lanet alarmım çalıyor.

"hayır ben kullanmıyorum, ablan bana inanmıyor ben kullanmıyorum" diyerek uyanmak zorunda kalıyorum.

yataktan fırladığım gibi reşatın odasına koştum, acaba o adam hala orada mı diye. öyle gerçekti yani.

adam yoktu, ben de okula gittim.
rüya bitti.
günaydın aybikem!

özle(me)

Özleyeceklerim
ailem
yaz
ilkbahar
barcelona
umarım bir gün paris
dondurma
kahkahalar
sabah banyoları
çilek
damlayla beraber bilmediğimiz sokaklar
erik
saklambaç
karaköy-bej
Ada
çikolata
sahilde yürüyüş
steve jobs
lunapark
midnight in paris
kilyos
bisiklet
tiyatro
o
deniz
defterlerim
tenis
dua
ovit
mete
müzik
yazmak

Özlemeyeceklerim

birilerine katlanmak zorunda kalmak
televizyon
siyaset
hiçbir zaman çekmeyen digiturk
turkcell
hastane (MASLAK ACIBADEM)
e-mail
çevremdeki bir sürü kişi
cenaze
akp
saç kurutma makinesi
ütü
makyaj temizlemek
sabah alarmları

13 Mart 2013 Çarşamba

Dünya'yı iki elinin arasına alabilir misin?

"Dünyayı iki elinin arasına alabilir misin?" dedi kız.

gülümsedi oğlan, yavaşça yaklaştı..


ellerini yanaklarına koydu kızın,  


-bak dedi 


"-dünya avuçlarımın içinde şimdi"


12 Mart 2013 Salı

kırmızı.

bir trafik lambası getirin şimdi gözünüzün önüne. yönetir durur, arabaları, insanları. ona göre dururuz, geçmek için hazırlanırız, tamam artık geç dediğinde de geçeriz.

sen de aynı öylesin. yoruldum artık, anlamıyorum seni.

tam sarı ışıklar saçıyorsun, bu kez oldu diyorum, tamam diyorum, sinyal üzerine sinyal veriyorsun, sarının tüm tonlarını gösteriyorsun bana. yeşilin yanmasını beklerken ben, sen kırmızı ışığa bürünerek durduruyorsun beni.

buna da tamam diyorum. olmadı, olmuyor, olmayacak diyorum. alışmamışım ya zaten sana, çok kolay kabul edebiliyorum olmayışını. işte ben tam kendimi bu olmamışlığa alıştırıp kabul ettirmişken sen yine sarı ışıklar yakmaya başlıyorsun; yeşile çok yakın tonlarda.

hiçbir renkte tam değilsin. ben sana hep çok sarı oldum, çok yeşile döndüm, dönmek istedim. kırmızının uzağından dahi geçmedim, istemedim geçmeyi.

şimdi yine aynı şeyi yapıyorsun. olmadık anlarda, olmadık şekilde yeşile dönen ışıklarını gönderiyorsun bana. yarın aniden kırmızı olabilirsin, bunu da biliyorum. netsizliğine, dengesizliğine, emin olamayışına, güvensizliğine, çok renkliliğine çok alıştım.

şimdi gel desen, tamam desen, hep yeşil desen..

benim rengim belli, kırmızı.

senin "sarı"na karşı, kırmızıyım.
senin "yeşil"ine karşı, kırmızıyım.

ben artık sana hep kırmızıyım canım.

6 Mart 2013 Çarşamba

defter

bazen çok dağınık oluyorum, ama dağınıklığım içinde her şey yerli yerinde. ulaşmak istediğim her şey elimi uzattığım yerde. masaüstünü görmeniz lazım, dosya içinde dosya, word belgeleri, pdfler vs vs. Uzun lafın kısası, güzel bir temizlik farz oldu. 2011 yazının fotoğraflarına rastladım bu temizlik esnasında. Sonra da çok kızdım kendime.
Barcelona'da biriyle tanışmıştık, japon tatlı bi' amca, uzun uzun anlatmıştı, aonra resmimizi çizmek istemişti, çizmişti falan.
Ajandası vardı elinde, 67 gündür yolculuktaydı, -ki baya daha devam da edecekti. Gittiği her yerin resmini çizmiş, küçük anektodlar tutmuş, minik bir hatıra iliştirmiş yanına; metro bileti, müze bileti, otel faturası, yemek fişi gibi.
üzerinden yıllar da geçse o defteri her açışında o günü tekrar yaşayabilecek, hissedebilecek, hafızasına küçük jestler yapmış, o günü unutturmayacak, çok belli.
istanbul'a da gelmiş bu gezi sırasında, Konya'ya, İzmir'e.. sadece gezmemiş, hissetmiş, yaşamış oraları, bize öyle bir anlattı ki İstanbul'u tekrar aşık oldum şehrime, teşekkür ettim Allah'a, beni İstanbul'da doğma lüksüne laik gördüğü için..
İşte sonra (yani üzerinden 1,5 yıl geçtikten sonra) kızdım kendime. Neden böyle bir şey benim aklıma gelmedi? neden bende bir gezi defteri tutmadım, neden tanıştığım insanların isimlerini o defterime not etmedim; şimdi o japon amcanın bile ismini hatırlayamıyorum!
hafızama güvenirim, yanıltmadı şu ana kadar (isimler dışında) ama keşke şu defter olayını ben de akıl edebilseymişim. Bugün ki aybikem hatırlar, ama 10 yıl sonraki aybikem? 40 yıl sonraki aybikem?
Hem ben böyle bir şeyi yapabilseydim çocuklarım-torunlarım için çok güzel olmaz mıydı? (çocuk? torun? ben ne diyorum:) )

16 Şubat 2013 Cumartesi

adını sen koy.


çoğunlukla böyle olur, o ilk cümleyi bulamam. belki beklemeyi biraz sevsem, biraz sabredebilsem gelecek o cümle ama..

bu gece nasıl uyuyabilirim bilmiyorum. baştan aşağı tembellik günü. pembe polar pijama, gri tshirt, tepeden topuz. çorap hiç giyemem zaten, öyle de sıkıntılıyım. (bunu neden yazdım ben de bilmiyorum)

uyuyan aybikem'e çok gülüyorum. yüz üstü yatarım ben, bir elim belime-göbeğime, diğer elim de mutlaka boynumla-göğsüm arasında gidip gelir. o el orada olmazsa uyuyamam. sabahlarız öylece. saçma mı geldi? ee öyleyim.

senin haberin yok ama ufacık-minicik bir rastlantı beni öyle heyecanlandırdı, öyle memnun etti ki. söyleyemedim sana, acaba gözünde küçük düşer miyim diye. sonra yine benzeri bir olay, sen söyledin, ben gülümsedim. haberin var ya da yok, beni çok mutlu ettin, teşekkürler.

4-5 gün önce çok güzel bir mail aldım. tanımadığım biri blogumu okumuş, "sen benim iç sesim olabilir misin acaba" yazmış. iç sesi, kelimelere döktüğüm için teşekkür etmiş. öyle güzel yazmış ki. yoldaydım bu mail geldiğinde, otobüsün içinde sırıtarak okudum resmen, yanımdaki meraklıya hiç aldırış etmeden. 

önceleri hiç kimse bilmiyordu blogu, en yakınım dahi. aramalara vs. kapalıydı. benim özelim sonuçta burası. sonra sonra paylaştım yakınlarımla, onlar da fikirlerini benimle paylaştı. yazılarıma yorumlar yazılar; tanıdıklarım, hiç tanımadıklarım, kendini gizleyip yazdıklarını daha cümlenin başından tanıdıklarım :) 

ps. ben seni çok iyi tanırım ;)

öptüm!

9 Şubat 2013 Cumartesi

sevgili şey.

ben ilerideki annen, şuan 25 yaşında olan. günlerdir aklımda aslında, sana yazmayı çok istedim.

seni çok seviyorum, daha hiç hesapta yokken bile. anne olma fikri bile beni sevinçten hoplayıp-zıplatmaya yetiyor. ne zaman anne olabilirim bilmiyorum, önce bir baba bulmak lazım sana :))

seni sonsuz sevginin içinde, güven yumağı kollarda büyüteceğime söz veriyorum. yaptığın her davranışın, verdiğin her kararın arkasında olacağım.

yanlışlarında yargılamayacağım seni, yanlış yapmadan doğrular bulunmuyor elbette. seni anlayabilmek için gerekirse ben de tekrar tekrar seninle o hataları yapacağım, beraber bulacağız çıkış yollarını. öylesi daha kolay.

birini mi seviyorsun, yaşın kaç olursa olsun kabul. yeter ki çok sevdiğine-sevildiğine emin ol sen. ben hep yanındayım senin.

istediğin okulda okuyup istediğin mesleği seçme kararını sadece sen vereceksin. Mutlu olacağın neyse, hayatın boyunca onu yapman için hep destekleyeceğim seni.

tüm "evet"lerin-"hayır"ların nedenini-sonucunu-sonrasını her şeyi anlatacağım sana. bunları bildiğin halde sen hala ısrarla o yolda yürümek istiyorsan, ben yine yanında olacağım senin. beraber gideceğiz o yoldan.

her zaman-her koşulda anlamaya çalışacağım ben seni. aslında bu yazı biraz da kendime not. eğer ileride unutursam -ki sanmam, tekrar tekrar okuyacağım bu yazıyı.

hep söylerim ya, kolayını anlat diye. ben sana hep kolayını anlatacağım, kolayını göstereceğim.

şimdi bir hayal ettim de, galiba ben çoktan da çook iyi bir anne olacağım. seni çok istiyorum. ve sanırım 2-3 yıl içinde artık anne olmam gerekli. şart şart :)

ismin ne mi olsun?
oğlum olursa Rüzgar ya da Yamaç, kızım olursa da Alin ya da Ada.

seni çok seviyorum ufaklık ;)
öptüm, annen.

5 Şubat 2013 Salı

selam ben geri kafalı!

dün akşam bir arkadaşımlaydım. eskiyi konuştuk, eskiden olanları. onunla ilk tanıştığımızda ona şu cümleyi kurmuşum "-Tolga, seni hiç kandırmayacağım, evet şuan arkadaşımsın, ama seneye hatırlamayacağım bile seni, çok eminim" 2008'in yazında söylenmiş bu cümle, 2013'ün kışındayız şuan.

tam anlamıyla erkek muhabbeti yaptık, biliyoruz erkekler bir araya gelince neler konuşur, onun poposu, bacağı, eski sevgililer, yatak hikayeleri vs. Tolga bu muhabbeti yaptı dün gece, anlattı tüm iğrençlikleri, hem erkeklerden, hem bu kadar adice davranışlar sergileyen hem cinslerimden iğrendim. 

bir erkek için "acaba önce hangimiz yatağa düşüreceğiz?" diye iddiaya girmek ne demek? 2 kız arkadaş, benim etrafımdaki 2 kız arkadaş hem de! -ki bu en yazılabilitesi olan. daha ne iğrençlikler. dün gece yüzüm kızararak dinledim Tolga'yı, etrafımdaki o kişilerden nefret ederek. acıyarak hatta.

şükür ki hayatımda değiller, hiçbiri hiçbir anlam ifade etmiyor bende.

insanları anlayamıyorum ben. midesizliklerini. iğrençliklerini.

düşünün şimdi, 4 erkek-5 kız. herkes herkesle birlikte olmuş. gizli de değil, apaçık ortada. ve bu bahsettiklerim hala birbirlerinin yüzüne bakabiliyorlar utanmadan. anlatıyorlar bir de, o böyle iyiydi, bu şöyle eksikti..

ben mi çok geri kafalıyım, onlar mı çok geniş bilemedim. 

geri kafalılıksa eğer, ben bu halimi çok seviyorum.

tabii ki birini çok sevebilirsin, onunla her şeyi yaşamak isteyebilirsin, bunu da anlarım ya da anlamam, anlamaya çalışırım diyelim ama her önüne gelenle yatıp-kalkmak değil bu. orada-burada anlatmak, iddialara girmek hiç değil.

o bahsettiğim çok sevdiğin, her şeyi yaşamak isteyeceğin kişi de hayatına 1 kere çıkar. daha fazla değil. sevgi de seks değil canım. öyle çok seviyorsan da zaten, evlenirsin. sonra ne yaşamak istersen yaşa. 

evet ben geri kafalıyım. yapacak bir şey yok!

*bahsettiğim o kişiler bir şekilde hayatımda değiller şuan. yazamadığım daha ne iğrençlikleriniz var. keşke hiç tanışmasaydık demiycem, iyi ki tanımışım sizi, siz bana asla kimseye güvenmemem gerektiğini ve aile kavramının önemini bir kez daha ispatladınız. sizler sayesinde şuan hayatımda olan kişilerin önemini bir kez daha anladım. iyi ki hayatımdaydınız ve iyi ki tam zamanında hayatımdan def edip yolladım sizi. 

29 Ocak 2013 Salı

diş

2 hafta önce falan sanırım, belki biraz daha önce. gecede 1236448527 kez gördüğüm rüyalardan biri. ben zaten hep çok rüya görürüm. daha önce de bahsetmiştim zaten. ben ve ilginç rüyalarım.

Merve'yle Demet'e gidecektik, yatıya. ilk kez kalacaktık Demet'in evinde. klasik kız muhabbeti, yatağın altına anahtar koyalım da evleneceğimiz kişiyi görelim. çok severim ben böyle şeyleri, yani inanmadığım, çok saçma ama eğlenceli. sonrasında anlatıp gülebileceğim şeyler. gitmeden 1 gün önce bizim evde konuştuk bunları, gece tam yatarken "Allah'ım hadi bana o kişiyi şimdi göster" diye konuştu iç ses. güldüm yattım.

sabah dehşetle uyandım. çünkü gördüüüm =)

bir yoldayız, yürüyoruz, elinde ipad var, koyu yeşil kılıf (ayrıntıyı hiç kaçırmam) çok uzun değil, ama kısa da değil. tahmini 1.80-1.82 civarı. kısacık saçları var, 3 numara gibi. zayıf değil, ama çok kocaman bir şey de değil. yani arkadan iyi. yüzünü göremedim. of.

sonra benimle konuşmaya başlıyor. çok güzel bir ses tonu var. anlatamıyorum ama duysam tanırım. öyle.
birden ağzını görüyorum sonra, dişleri çok kötü. köpek dişleri o kadar yukarıdan başlıyor ki.. görsen korkarsın. sanki mamut! diğer dişleri minicik, alt dişler komple berbat. yamuk, yanlış yerde, büyüklü küçüklü.  o rüyayı benimle birlikte görmeniz lazımdı, o kadar korkunç. keşke rüyamı videoya çekebilseydim ya da en azından fotoğrafını çekebilseydim. olabilitesi olsaydı ya bunun!

ben de çok aşığım ona (acaba neyine) evleneceğiz, hazırlıklar, koşuşturmalar vs. bunları da görmeyi ihmal etmedim.

böyleydi rüyam, trajikomik.

Veee sonra..
İşte asıl olay burada başlıyor, rüya sonrasında olanlara, gördüklerime..

şaşırdım mı? hem de çooook
anlatacak mıyım? asla

ps. benim rüyalarım hep çıkar ;) ve ben gördüm.

... Demet'in evinde kaldığım gece kimseyi görmedim rüyamda, gerek yoktu zaten.
gelelim 2. soruya, diş önemli mi? evet.
ama birinden sadece diş yüzünden vazgeçilir mi? HAYIR

her yakışıklının bir kusuru olurmuş, seninki de Diş olsun, n'olcak ;)

çözümü de var bunun, dişçiye gider en güzel dişleri yaptırırız sana, üzülme :))

öperim.

13 Ocak 2013 Pazar

kendime not.


kendime bir söz verdim, hiç kimseden hiçbir beklentim olmayacağına dair. böylesi daha mutlu edici.
en büyük yanlışı herkesi kendimiz gibi sanarak yapıyoruz. bu net. olaylara hep bizim düşündüğümüz gibi bakıp, bizim düşündüğümüz gibi devam etmesini bekliyoruz. sonucu öyle olmuyor. sonra üzülüyoruz. hemde çok!

ikili ilişkilerde de böyle. arkadaşlık, eş-dost vs.de de böyle. beklentisiz yaşamak en güzeli öyleyse. hiçbir karşılık beklemeden. hem böyle olunca, sonucunda küçücük bir hediye bile alsak joker oluyor. o kişinin hesabına yazan +1!

ben çok düştüm bu hataya. hata değil aslında, beklenti. ama sonra çok üzüldüm, gereksiz yere çok taktım her şeyi kafama, çok düşündüm. ve hep kendimi üzdüm. hepsi bu.


kadın olarak dünyaya gelişimle de alakalı olabilir çok fazla düşünmek. başkaları için de hatta. erkekler düz mantık, kadınlar hep detaycı. hep her şeyi düşünen.

bizim evde de böyle. bir an anımsadım, ilkokul zamanlarım. babam için bizi okula bırakmak, sabah kalk, okul formanı giy, tut babanın elinden, hadi okula.. böyle kolay. düz mantık dedik ya.

ee peki öncesi? bizim uyanmamız, kahvaltımız, odalarımızın toplanması, çantamız hazır mı?, kahvaltı, formalar ütülü mü, saçım toplu mu? ve daha aklıma gelmeyenler..

bunlar annelerin işi. en küçük ayrıntıya kadar. çok düşünüyoruz, çok ayrıntıcıyız, olmak zorundayız.

işte bu yüzden erkekler baba, kadınlar anne. hep söylerim ;)

...


ben biri için önemli olan herhangi bit şeyi unutmuyorsam, onun yanında olmam gereken her özel anında yanındaysam, karşımdakini öylesine bir günde mutlu edebiliyorsam, onu çok düşünüyorsam, ondan da bunu bekledim kendim için. X kişisi için, aybikem gibi düşündüm. aybikem hep yanındaydı, o da şimdi yanımda olsun. aybikem şu özel günü unutmadı, X'de unutmasın. X'de aybikem'e güzel sürprizler yapsın. X'de aybikem'in X'i düşündüğü kadar aybikem'i düşünsün istedim. bekledim. olmayınca üzüldüm. üzüldükçe üzülmemem gerektiğini öğrendim. kimseden bir şey beklememem gerektiğini öğrendim. beni mutsuz eden her neyse, durum-kişi farketmezsizin hayatımdan çıkarmayı öğrendim. kişileri aybikem gibi düşünmeden sevmeyi öğrendim. büyümek sanırım bu. ya da akıllanmak.

sınıflandırdım kişileri.
ayşeyle sinemaya gitmek mi zevkli oluyor? -ayşeyle sadece sinemaya gittim.
merve çok iyi sır mı tutuyor? -ona sadece sırlarımı verdim.
mertle gece eğlenmek mi en keyiflisi? -mertle sadece gece çıktım.

özel alanımdakileri saymıyorum. onlar canlarım. onlarla herşey güzel ;)

uzun vadede plan yapmamayı çok sevdim.
yarını, bugünden daha fazla önemsememeyi çok sevdim.
adım atarken, 1 adım sonrasını değil de, attığım adıma odaklanmayı çok sevdim.
"o ne der" diye düşünmeyi çöpe attım. artık sadece aybikem'i mutlu edecek şeyler yapıyorum.
"an"lık yaşamak çok keyifli. "şimdi"nin tadı muazzam.
çok yaşanası.

siz de deneyin ;)
öperim.

9 Ocak 2013 Çarşamba

korku

eskilere gidelim biraz. 5-6 yaşlarıma. korku kelimesiyle henüz tanışmamışım. hiçbir şeyden korkmuyorum. gürültüden, ambulans sesinden, yüksekten, asansörden, kapalı yerlerden..
lugatımda öyle bir kelime yok.

şimdiye gelelim.
kronik korku hali.
her şeyden. gece tek kalmaktan, karanlıktan, gök gürültüsünden, asansörden, kapalı alanlardan, hastalanmaktan, sevdiklerime bir şey olmasından, ölümden, üzülmekten..

"korku" kelimesinden bile korkuyorum. korkmayı kabul etmişim, üzerine gidemiyorum.
geçenlerde yağmur yağdığı bir gün, Selda, ben ve Damla. Yeniköy'de sahildeyiz, arabada elimizde sıcacık içeceklerimiz elimizde. deniz dalgalı, gökyüzü hüngür hüngür ağlıyor. bulutlar bağıra çağıra kavga ediyor. saat 20:30 civarı. her yer çok karanlık. şimşekle aydınlanıyor her yer. ve ben korkudan ölmek üzereyim. kızlar şaşkınlıkla bana bakıyor ve rahatlatmaya çalışıyor.
 anlam veremiyorum, bir ışık-ses beni nasıl böylesine korkutabilir?
kalbimi adeta yerinden çıkacakcasına hızla çarpabilir? 
eğer evdeysem o sıra nasıl beni korkudan uyutmayı reddettirir?

korku fena şey. 

24 Aralık 2012 Pazartesi

Galaksi!

insanın parmaklarının beynine yetişememesi diye bir şey var. hatta zaman zaman ağzım bile yetişemiyor. onu da söyleyeceğim, bunu da yapacağım, bunu da yazacağım derken kendi beynime yenik düşüyorum. o minicik kıvrımlı yapıya yetişemiyorum. saniyede a konusundan z konusuna geçmeyi başarabiliyor. insanın kendine yetişememesi kötü. kendi düşüncelerine falan.

burçlara inanıyorum. çok küçük istisnalar dışında hiç şaşmadı.

oğlaklar hep sinir, hep hiç anlaşılmayan, hep en soğuk, hem duygusal hem de duygusuzun teki. kapalı kutu. açabilene aşk olsun.

ikizler hep en sevdiğim. en eğlendiğim.

boğalar da öyle. çok tatlılar.

yengeçler. al evlen. o derece.

terazi zaten ben. denge burcu olup insana kendi içinde bir sürü gelgitler yaşatan.

bir de yükseleneniz ikizlerse yeme de yanında yat oluyorsunuz. ben öyleyim ya! haha şaka bir yana ama, bazen beni ben de anlayamıyorum. kendimi anlamadığım zamanlarda insanlar beni çok güzel anlıyorlar ya, işte o zaman hiç anlayamıyorum.

bir anlaşılmazlar serisidir gidiyor. anlayana teşekkür.

tamam, devam ediyorum.

insan her geçen gün nasıl da değişiyor. tanıdığı herkes başka bir yaşantıyı öğretiyor. okuduğu her şey farklı bakış açıları geliştirmesini sağlıyor. değişen dünya diyoruz, öyle değil. değişen insan, değişen fikirler, değişen gelişen (!) bizler, dünyayı değişmeye iteleyen, var gücümüzle sürükleyen bizler. yoksa dünya hep aynı. bir güneşin etrafında, bir kendi etrafında. dön, dur.

beynim benim dünyam. ailem uydum. en yakınlarım gezegenler. fikirlerim yıldızlar. uzay'da ben ve hayallerim. güneşim, yok!

beynimi dünyaya benzettim, çünkü o da sürekli çalışan. hiç uyumayan. her zaman iki işi bir arada yapabilen. hep herkesi düşünen, onlara yaşam alanları sağlayan, uğraşan, hep hep hep aktif olan.

ailem uydum. tıpkı ay gibi. her ne olursa olsun, asla değişmeyen. değişmeyecek olan. ne bir eksik ne bir fazla.

gezegenler, seçebildiğim ailem. canım diyebileceklerim. isim vermeye gerek yok. onlar zaten biliyor yerlerini.

fikirlerim yıldızlar.

evet bazıları kuyruklu. en güzeli. bir de gerçeğe çevrilince. yeme de yanında yat.

yıldızlar gibi çünkü fikirlerim. gece başımı yastığa koyduğum an beliriyorlar kafamda. sürekli yer değiştirip. evetler hayır oluyor, hayırlar belki, çok sevdiğim en tahammül edilemeyen, en sevmediğim en canım.

yani yıldızlar gibi değişiyor benim de fikirlerim. bazen çok belirginleşip, çok net hissettiriyor kendini. gümbür gümbür geliyor.

bazen de fikir belirdiği an kayıp gidiyor, yok oluyor. en gözükmeyeninden.

uzay. aybikem ve hayalleri.

sonsuzluk, hem çok uzak, hem çok yakın. hem çok ütopik hem çok gerçek. ama en güzeli.

hayalleri olmayan, hayal kuramayan insanları anlayamıyorum. birlikte hayal kuramayacağım insanları etrafımda görmek dahi istemiyorum.

hayal kurmak güzeldir, kurduğun hayalleri gerçeğe çevirmek ise en güzel. yapılabilir mi? elbette. aksini düşünmek ahmaklık olur zaten.

güneş.
sahi güneş nerede? -o yok.
olacak mı? -bilmem
üşüdüm mü? -evet

gelsin mi? -..........


eskiden olanaksız şeyler vardı benim için. asla olmazlar. çaresiz kabul edip, karşısında çaresiz kalmalar.

sorgulamadan, düşünmeden tamam deyip, istemediğin şeyleri buyur etmeler.

bitti gitti hepsi.

ben istersem, istediğim şeye hayatımda yer açarsam, ve onun benim olacağına bu güzel beynimi inandırırsam (-ki ne istersem yapabileceğime ve olacağına her şeyden çok inanıyorum) o olur. mutlaka.

olumsuz hiçbir düşünceye yer yok artık.
beni bu dünyaya kim gönderdi? -Allah.
beni en çok kim seviyor? -Allah.
her şeyi kim biliyor? -Allah.
her şey kimin elinde? -Allah.

sorularım, cevaplarım her şey Allah.

ben onu çok seviyorum. o da beni çok seviyor. benimle konuşuyor. beni dinliyor. bana öneriler sunuyor. tam düşecekken elimden tutup kaldırıyor.

İnsan sevdiği birini üzer mi? üzebilir mi? -hayır.

işte o da beni üzmüyor. ne istersem veriyor.

hayatıma giren herkesi bir şekilde ben buyur ettim. kimse öylesine benim hayatımda değil. ben Allahtan istedim. o cevap olarak karşıma çıkardı.

ben istemesini bildim, o da beni çok sevdi.

ben birini deli gibi görmek istemesem, o olmadık bir yerde karşıma çıkar mı? istedim, çıktı.

tam bir şeye ihtiyacım olduğunda o çok alakasız bir şeyle karşıma çıkıyorsa, bu ne şans ne tesadüf. daha ötesi. Allah duyuyor, eğer gerçekten istersen, inanırsan istediklerini yapıyor.

beni duyuyor.
beni seviyor.

-bence seni de seviyor ki!

22 Aralık 2012 Cumartesi

nasıl gelirsen gel 2013!

sadece alışkanlıktan yazıyorum. hiç sevimli bir yıl olmadı 2012. daha ocak ayında teyzemin hastaneye kaldırılıp acil ameliyata alınışıyla sevimsizliğini gözüme sokarca belli etti. o an bildim kötü bir yıl olacağını. her neyse, şöyle bir sene dökümü yapalım bakalım.

şubat ayında anneannemi aldı benden. canımın bir parçası koptu gitti. öbür dünya +1 daha sevimli gözümde. sevdiğim herkesi alıyor benden. anneanne-babaanne-dede-büyükbaba kimse yok şuan etrafımda. bayramların da tadı yok o yüzden. bayram büyüklere şımarıp sırnaşmak değil mi? işte sırnaşabileceğim herkes  gitti, hiç kimsenin torunu değilim ben artık.

sonrasında kısa bir süre İspanya'daydım. tam soğukların ortasında. kız kıza güzel mini iş+tatil oldu. donduk ama gezmeyi de ihmal etmedik. festivallerine katıldık, yakışıklı ispanyollarla tanıştık, dans gecelerine katıldık, biz de dans etmeye çalıştık, bolca alışveriş yapıp çok eğlendik.

yaz için süper bir Londra tatili yaptık amcamla, sonrasında da Kıbrıs. biletlere kadar her şey tamamdı. Boğaziçine Burak'ın oyununa giderken Eniştemin vefat haberini aldım. dondum kaldım.

çok geçmeden, annemin rutin kontrolleri onu önemsiz (!) bir ameliyata sürükledi. sonuç: KANSER! benim annem! berbat bir yaz geçirdim, geçirdik. tedavi hala sürüyor. son 2 kemoterapi kaldı. sonra radyoterapi, umarım sonrası iyi olacak. hep söylüyorum ya, korkmuyoruz senden KANSER!

Arzu ve Sam'le 1 haftalık Polonya gezimizde çok mutluyduk. hayatımızda hiç gülmediğimiz kadar güldük. hiç yürümediğimiz kadar yürüdük. hiç içmediğimiz kadar içtik. bir daha gider miyim? hayır. eğlendim mi? hem de çok.

Sinem evlendi bu yıl. Düğününde olamadım. Kuzenimin düğününde olamadım. Ankara'da 1 haftalık eğitimdeydim. Ne uçak saatini, ne eğitimin saatini tutturamadım, erteleme yapamadım. olmadı. ama Sinem çok güzeldi. Kınasında çok oynadık, çok güzeldik. Çok mutlu olsun kuzum.

İngiltere'ye gidemediğimden bahsetmiyorum bile.

Mehmet Erdem'i canlı canlı izledim sonunda. Yine çok beğendim. Aşık oldum. Şarkılarına ayrı, kendine ayrı.

Gripin çok güzel bir albüm çıkardı.

Nil'i çok seviyorum. şarkılarını, yazılarını, tarzını.

Mehmet geldi askerden! olley.. bir de nişanlandı. ona da ayrıca olley olley :))

arkadaşlarımı çok seviyorum. onlara sahip olduğum için dünyanın en şanslı insanı olabilirim.

iyi ki hayatıma girmiş dediğim kimse olmadı bu yıl. ama iyi ki hayatımdaymış dediğim çok oldu. hiç yakın olmadığım kişiler, öyle çabaladı ki yanımda olmak için. en yakınıma kadar geldiler. iyi ki geldiler.

İspanyolca öğrenicem diye yırtınırken, yine öğrenemedim. kalıpları ezberleyip kaldım.

21 Aralıkta kıyamet kopmadı. Maya tutmadı.

Comenius Projem nihayet bitti. oh rahatım.

tenis oynamayı çok özledim.

Bir sürü tesadüf ötesi şeyler oldu yine. hayır yazmayacağım.

Tanımadığım bir kişiyi çok fazla tanıyorum. hoşuma gidiyor. belki de bu kadar zaman beklediğim kişi de o. bilmiyorum.

yeni yıla Murat Boz'la gireceğiz. aslında hiç sevmem o gece dışarıda olmayı ama bu yıl farklı olsun dedik.

bu arada hala iphone5'im yok. ama Gökhan'da var. çok kıskanıyorum, okuyorsan bil sende!

2013'e gelince,

2012 beni çok üzdü. çok ağlattı.

2013 sadece sağlık getirsin. başka hiçbir şey istemiyorum.
annem, babam ve Reşat iyi olsun.

hastalık olmasın hayatımızda.
o kadarcık.

herkese çok sağlıklı bir yıl diliyorum.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Mevlana.. Şeb-i Arus anısına..


Bir gün Mevlana eve girer ve hanımı ona sorar;bu kadar aşıksın Mevlaya şükürler olsun bu aşkı yaşayıp yaşatana peki bana ne kadar aşıksın der; Mevlana hanımına şöyle der; Sen benim; Yaradan'dan ötürü yaradılanı sevişim, Bir adım gelene on adım gidişimsin... Ve herkesi olduğu gibi kabul edişimsin...Sen benim;Bugünüme şükür veyarınıma dua edişim,Azla yetinişim,çoğa göz dikmeyişimsin, Ve kapanmayan avuç içimsin...

Sen benim; Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevişim, Bir adım gelene on adım gidişimsin. Ve herkesi olduğu gibi kabul edişimsin. Sen benim; yalandan ve sahteden kaçışım, Riyadan bıkışım, gerçeği arayışımsın Ve nihayet doğrunun tadına varışımsın

Sen benim; haksızlığa ve zulme baş kaldırışım, Mazluma kucak açışım, zalime düşmanca bakışımsın Ve mağdurdan yana tavır alışımsın

Sen benim; bugünüme şükür ve yarınıma dua edişim, Azla yetinişim, çoğa göz dikmeyişimsin Ve kapanmayan avuç içimsin

Sen benim; hayat ve kaderle inatlaşmam, Ekmek için kavgam, bitmek tükenmek bilmeyen davamsın Ve zorluklara karşı yılmayışımsın

Sen benim; menfaate ve çıkara tepkim, Almak için verene öfkem, ille de karşılık bekleyene lanetimsin Ve alayına isyan edişimsin

Sen benim; ahlaksızlık ve yozlaşmayla mücadelem, Para için kendini satana küfredişim, başkalaşana verip veriştirişimsin Ve eskiyi özleyişimsin

Sen benim; duygusal yaradılışım, En ufak şeyi kafaya takışım, kolay unutamayışımsın Ve bundan bir türlü sıyrılamayışımsın

Sen benim; sonsuz sadakatim, Merhametim, hissiyatim, şefkatimsin Ve aman diyene yüz çevirmeyişimsin

Sen benim; her şeye rağmenim, Asla pes etmeyişim, başımı öne eğmeyişimsin Ve ümidimi yitirmeyişimsin

Sen benim; yaşama ülküm, Namusa olan düşkünlüğüm, namussuzluğa küskünlüğümsün Ve gururum, onurumla olan bütünlüğümsün

Sen benim; karakterim ve kişiliğim, Objektif fikrim, subjektif hissimsin Ve hayata bakışımsın... 

16 Aralık 2012 Pazar

Tesadüfler kümesi

Tek başına kalmak oldukça iyi geliyor bazen. Yürümek, sadece kendini dinlemek, şarkılar dinlemek.
Yolumu uzatıyorum ara ara, sırf biraz daha fazla müzik dinleyebilmek için, beynimin içindeki soru baloncuklarını biraz daha yanıtlandırıp, sonsuzluğa uğurlamak için.
Saniyede milyonlarca şey geçiyor kafamın içinden, sorular, olaylar, olanlar.. Derler ya hani, kafanda yine ne tilkiler geziyor? Benim tilkilerim hiç eksik olmuyor, tilki sürüsü sürekli koşu halinde.

Dün konuştuk Damlayla, tesadüf mü bunlar? Olmayacak şeyler nasıl oluyor da oluyor, asla dediklerimiz nasıl da kabul ediliyor.

Budapeşte’de nasıl karşılaşmıştık mesela? Burada göremezken, habersizce, aynı tarihte, o soğuk karlı günde, eskiden heyecanın kelime anlamı olan o kişi Budapeşte’de karşımdaydı. Hem de hiçbir şey ifade etmeyerek!
 
Ya da gecenin bir yarısı yürüyen merdivenlerde onu görüşüm. Aynı salonda, belki 2 koltuk önümde ya da arkamda. beraber izlemişiz meğerse o filmi. 

Aklımdan birini geçirdiğim an beni araması, msj atması?

Sabahın bir vakti Kemerburgaz Komşu fırında kahvaltı yaparken dibimizin düştüğü o çocuğun akşam İstinyepark Boyner’de karşımıza çıkması? Öyle bakakalışımız falan?

Dünya çok mu küçük acaba?
Herkesle hem hiç karşılaşamayacak kadar uzağım hem de olmadık zamanlarda elimi uzatıp dokunabilecek kadar yakın? Tesadüf mü şimdi bunun adı?
O kadar çok şey var ki buraya yazmadığım. Tesadüfler kümesi bu. Bir şekilde alakasız bir yerde, olmayacak bir şekilde kesişiyor.
Adında tesadüf diyorlar sonra, gelip beni buluyor. Şaşırtıyor bir sürü.

herkesin mi başına geliyor acaba? bu kadar da olabilir mi dedirtiyor çoğu zaman. hiçbir türlü olabilitesi olmayan bir şey oluyor bir şekilde. çıkıyor karşıma, gözlerimi stainboy kadar kocaman açıyorum o an! ne olduğunu anlamlandıramazken, o "tesadüf" kelimesi çok yavan geliyor bana. ikna edemiyor beni.

diyorum ya, yazamadığım çok şey var. ama tesadüfün daha üstü bunlar.

5 Kasım 2012 Pazartesi

kötü

yine günlük yazasım gelmiş sanırım benim. az önce yaşadığım bir olay hatta. sanırım 10 dk. önce falan, arka bahçeye gitmem gerekiyordu. -ki ben gece tuvalete gitmeye bile korkarım. o yüzden gitmem. sabaha kadar beklerim. öyle de korkak bir insanım işte. annem de kızının bu denli korkak olduğunu bildiği için camdan bana bakıyor, onların odası arka bahçeye bakıyor,  "korkma kızım, bakıyorum ben sana" diyor.
işte tam o an. yine boğazımda kocaman düğüm.

annemin üzerinde pijamaları, saçları yok, kaşlar kirpikler dökülüyor, rengi sararmış.. 
perşembe günü aldı 4. kemoterapiyi. ne kadar zor bir dönem bu. ilk 10 gün kabus gibi. hiçbir şey yiyemiyor neredeyse, sürekli yatıyor, canı acıyor.

ve ben sadece üzülüyorum. hiçbir şey yapamıyorum onun dışında. insanın sevdiği birinin gözünün önünde canı acıyor olması ve buna karşı kişinin hiçbir şey yapamaması. ne kadar acizim aslında. ne kadar çaresizim. ne kadar zavallıyım.

annemin canı acıyor, ben bakıyorum. ben hiçbir şey yapamıyorum. onun iyi olabilmesi için yapabilecek hiçbir şeyim yok. üzülmek ve dua etmek dışında bir şey bilmiyorum.

psikolojim darma duman yazdan bu yana. ne hissetmem gerektiğini, ne olacağını,ne yapacağımı bilemiyorum. tam her şeyin güzel olacağına inandırıyorum kendimi, sonra yine direncim kırılıyor.

Acıbadem'den nefret ediyorum mesela. Maslak kabus benim için. 21 günde 1 o lanet kemoterapi için gidiyoruz oraya. 5. alıcak şimdi annem, ayın 22sinde. 6, 7, 8.. bitecek inşallah. sonra da radyoterapi. umarım sonra ki 5 yıl hiçbir aksilik olmayacak ve annem iyi olacak. çok inanmak istiyorum.

Güçlü olmak çok zormuş. Bir şeyleri belli etmemeye çalışmak çok zormuş. Sevdiğin birinin çaresizce karşında olması çok zormuş. Ve başıma gelmez dediğin ne varsa başına geliyormuş. 6 ay ne çok şey öğretti bana. öğretmek zorunda bıraktı. biraz fazla büyüttü beni. biraz fazla üzdü.

hasta olan ne kadar insan varsa hepsi iyi olsun. ben her gece dua ediyorum bütün anneler için, sessizce ağlayan kızları için. belli etmemeye çalışan herkes için.

Allah herkese önce sağlık versin. sonrası bir şekilde oluyor zaten.




28 Ekim 2012 Pazar

Thrill The World!


Efe Karagöz, öncelikle kocaman bir teşekkür ona. Thrill the word ile tanışmamızı sağlayan, önyargılarımızı parçalayan, dansın ne kadar keyifli olabileceğini ve herkesin hep beraber tek bir amaç uğruna nasıl da güzel dans edebileceğini bizlere kanıtlayıp sevdirdiği için. Seneye biz de izleyici değil de, dans eden olacağız! yaşasın Zombiler :)

Daha önceki yıllarda bu dansla ilgili biraz da olsa bilgim vardı ama böylesine keyifle izleyeceğimi hiç tahmin etmiyordum. Dün tüm günümü dolduracak kadar planım da vardı halbuki ama bir arkadaşımın ısrarla bu dansı izlemek isteyişini kırmamak için peki, gidelim dedik Damla ile beraber. (-ki bazı nedenlerden dolayı o bahsettiğim arkadaşımız gelemedi!) 

Ayrıca Efe oradaydı. Zaten biz de onun için oradaydık. Dansı izlemek için başlı başına bir neden zaten. Pek keyifli bir neden :)

Sonrası çok keyifli, Sultanahmet cıvıl cıvıl. herkes zombi! sağım-solum-önüm-arkam :)) herkes dans ediyor, etmeyi bilmese de deniyor. Zombiler herkesin yanında, sanki herkes herkesi tanıyormuş gibi, biz de bir-iki tanesini yakaladık ve hemen fotoğraf çektirdik! :)

Düşünün şimdi, bir sürü insan, 
Farklı dinler, diller, kültürler..
Bir sürü ülke..
Biz İstanbul ayağıyız!

Tek bir amaç, aynı heyecanı paylaşmak, aynı kalp atışları, aynı coşku, aynı anda sonsuz farklı insanın aynı düşüncelerle eş zamanlı dans edişi. Olağanüstü bir şey bu. Düşünsenize şimdi, ABD, Brezilya, Fransa, Guatemala, Hindistan, İngiltere, İspanya, Japonya,  Kolombiya, Meksika, Türkiye.. bunlar sadece bazıları. binlerce insan aynı anda Michael Jackson’ın Thriller şarkısı eşliğinde  dans ediyor. Çok heyecan verici değil de ne?

Ayrıca bunun bir de insani boyutu var, elde edilen tüm gelir yerel hayır kurumlarına bağışlanıyor. Hem dans ediyor, hem eğleniyor hem de isterseniz  bağış yapabiliyorsunuz. Maneviyatı da oldukça yüksek yani. Bence insan olarak bazı sorumluluklarımız var, bazen ihmal etsek bile.. farkındalık yaratmak, insanları bilinçlendirmek, onları yönlendirmek vs.

Kısacası ben dün gece çok eğlendim, seneye kısmetse mutlaka Zombiyim. şimdi kızıyorum kendime, keşke bu yazıyı daha önce yazsaydım, keşke daha çok araştırsaydım da ben de bu güzel organizasyon için bir şeyler yapabilseydim. En azından daha çok insana duyursaydım, bazılarını kollarından tutup götürseydim Sultanahmet'e :)

Daha çok keşke derim ama 27 Ekim maalesef ki bitti! keşkeleri siliyoruz ve 2013 organizasyonunda görüşmek üzere diyoruz. Herkesi de mutlaka bekliyor, katılması için ikna ediyoruz. Bu bizim görevimiz :)

Thrill The Word'ün internet sitesinden aldığım yazıyı da yazımın sonuna ekliyorum; noktasına-virgülüne dokunmadan. Ben biraz anlatmaya çalıştım ama aşağıdaki yazı çok daha açıklayıcı. Okuyun bakalım.

O zaman seneye görüşüyoruz. 
Yaşasın Zombiler!
öptüm :)




"Thrill The World 2006’dan bu yana her yıl, geleneksel olarak ekim ayı sonunda, dünya çapında eş zamanlı olarak gönüllü katılımcılarla gerçekleştirilen bir dans organizasyonudur.

Dünyanın çeşitli ülkelerinden, farklı kültürlerden, farklı dilleri konuşan insanlar aynı gün ve aynı saatte kalplerinde aynı coşkuyu paylaşarak tek yürek olurlar ve Michael Jackson’ın Thriller şarkısı eşliğinde dans ederler.
Ayrıca tüm etkinlikler gelirlerini yerel hayır kurumlarına bağışlarlar.
Ines Markeljevic önderliğinde 62 dansçı ile başlayan etkinlik kısa zamanda on binlerce katılımcıya ulaşmıştır. Detaylı bilgiyi www.thrilltheworld.com adresinden edinebilirsiniz.

Katılan Ülkeler
ABD, Almanya, Avustralya, Belçika, Brezilya, Filipinler, Fransa, Galler, Guatemala, Hindistan, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İskoçya, İspanya, İtalya, Japonya, Kanada, Kolombiya, Malezya, Meksika, Polonya, Portekiz, Porto Riko, Romanya, Singapur, Türkiye.

Katılan Başlıca Şehirler
Barselona, Brüksel, Bükreş, Düsseldorf, Honolulu, Indianapolis, İstanbul, Las Vegas, Londra, Los Angeles, New Jersey, New York, Paris, Peru, Phoenix, San Francisco, Sidney, Singapur, St. Petersburg, Tokyo, Toronto, Vancouver, Viyana.

Michael Jackson
"Ben yalnızca dürüst olmak isteyen, insanları mutlu etmeye çalışan biriyim. Tanrı'nın bana ihsan ettiği yeteneğim aracılığıyla onlara biraz olsun 'kaçış duygusu' vermek amacım. Kalbim burada işte. Tüm yapmak istediğim bu..."
“Haydi, yürekten sevebileceğimiz bir yarını düşleyelim, ve şunu bilin ki sevgi tüm yaratılanların kalbindeki en mutlak gerçektir.”
Man In The Mirror şarkısından: "Aynadaki adamla başlıyorum, ondan huylarını değiştirmesini istiyorum... ve hiçbir mesaj daha açık olamazdı. Eğer dünyayı daha iyi bir yer yapmak istiyorsan, kendine bak ve değiştir."
Heal The World şarkısından: “Dünyayı iyileştir. Onu daha iyi bir yer yap. Senin için ve benim için ve tüm insan ırkı için. Ölen insanlar var. Eğer yaşamı yeterince önemsiyorsan kendin için ve benim için daha iyi bir yer yap.”

Thrill The World İstanbul (TTW İstanbul)
2009’da Türkiye’yi ve İstanbul’u Thrill The World haritasına ilk kez eklediğimizde 214 dansçı ile Avrupa’nın en yüksek katılımcı sayısına ulaşan etkinliği olmanın haklı gururunu yaşadık.

2010’da ise öğleden sonra ve gece yarısı olmak üzere toplam 492 dansçı katıldı.

Amacımız

● Herkesin dans edebileceğini göstermek.● Pop müziğin kralı Michael Jackson'ı artistik yapıtı Thriller ile, güzel anılarımızla anmak.● Thriller dansını öğrenmek isteyenlere şans tanımak.● Dans aracılığı ile; sanatın farklı kültür ve milletleri birleştirici özelliğini vurgulamak.● Farkındalık yaratmak ve her yıl belirlediğimiz yerel hayır kuruluşlarına destek sağlamak.● Hayallerinin peşinden koşanlara ilham kaynağı olmak.● İstanbul ve Türkiye'yi uluslararası platformda en iyi şekilde temsil etmek.

Sosyal Sorumluluk

Dünya genelinde tüm etkinlikler yerel hayır kurumlarını destekler. Biz de ilk senemizde ÇYDD’nin Baba Beni Okula Gönder Kampanyası’nı destekledik. Yaklaşık 2.000 TL destek sağladık. İkinci senemizde de TEGV Eğitim Gönüllüleri’ni destekledik. Yaklaşık 5.000 TL destek sağladık. Bu yıl da ÇYDD’nin “Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak” projesi için dans edeceğiz.

Gerçekleştirdiklerimiz

● Öncelikle birbirinden değerli birçok arkadaş edindik.
● Daha önce hiç dans etmemiş arkadaşlarımıza dans edebileceklerini gösterdik ve bu vesileyle birçok arkadaşımız da etkinlik sonrasında dansa başladı.
● Desteklediğimiz hayır kuruluşlarına, iki yılda toplam 6.390 TL destek sağladık.
● İlk yılımızda Avrupa'nın en yüksek katılımcı sayısına ulaşan etkinliği olduk.
● İstanbul ve Türkiye'yi Thrill The World organizasyonunda layığıyla temsil ettik."





12 Ağustos 2012 Pazar

Korkmuyoruz Senden!

"Hayatımın en mutlu anıydı, bilmiyordum" demiş ya Kemal, 24.07.2012'de benim hayatımın en boktan günüydü, bal gibi biliyorum.

Meme Kanseri! hem de benim annem, benim canım, benim dünyam, benim her şeyim!

ben bunu duyduğumda annem ameliyattan henüz çıkmış, hatta narkozun etkisi bile geçmemişti daha..
bir sürü ağladım, kabul etmedim, edemedim, nefesim kesildi, dünyam yıkıldı sanki.
etrafımdaki herhangi bir kişide duyduğumda normal gelen bu durumu anneme hiç yakıştıramadım, konduramadım, yanlışlık vardır diye doktorun başından saatlerce ayrılmadım.

günlerdir neler yaşadığımı anlatabilmem öyle mümkünatsız ki..
hayatımın en iğrenç günlerini yaşıyorum sanırım.
Evin içinde saklambaç oynuyoruz bu aralar, anneme çaktırmadan ! gözyaşlarıma hakim olmaya çalışıyorum.

ki benim annem yer yüzünün en mükemmel annesi, dünyaya sadece anne olmak için gelmiş, öyle melek, öyle tatlı, öyle kusursuz ve öyle özel ki..

şimdi yine doktordan geldik, patoloji sonuçlarımızı aldık. günlerdir dua ediyorum, lütfen bir yanlışlık olsun, yanlış anlaşılma olsun, doktor hata yapmış olsun. biri çıksın da "şaka" desin diye.
öyle bir gerçek ki ama bu. acıtan gerçek, elinden hiçbir şey gelmeyen gerçek.

yakın zamanda kemoterapiye başlayacak annem. saçları dökülecek, yorgun düşecek, mutsuz olucak..
ardından radyoterapi.

yoğun ve zor bir yıl bekliyor bizi.
bunlar da geçecek, atlatacağız, biliyorum. inanıyorum.
sadece biraz zamana ihtiyacımız var, biraz güce ihtiyacım var.
yanımdakilerin elimi daha sıkı kavramasına ihtiyacım var, elimi hiç bırakmayacak insanlara ihtiyacım var.

kendim söz konusu olduğumda gayet dirayetli ve soğuk kanlı olan ben, söz konusu annem olduğunda öyle aciz, öyle muhtaç ve öyle çaresizim ki..
bazen kendimi yağmur altında kalmış sokak kedisi gibi hissediyorum. koruyup kollanmaya ihtiyaç duyan..

24.07'den bu yana bu yazıyı yazmaya çalışıyorum. yazamıyorum, boğazım düğümleniyor, kelimeler çok acılaşıyor, belki de hala inanamadığımdan..

az önce bir cümle okudum, "İstanbul'da her yağmur yağdığında sanki biri hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş gibi hissediyorum"  diyordu  cümlede.
sanki her harfiyle beni tarif ediyor, direkt bana yazılmış gibi.

belki de tam o haldeyken bu cümle karşıma çıktığı için bu kadar üzerime alındım.

dün gece yine uyuyamadım, internette bir süre bakındım,
aranan kelimeler hep aynı,
meme kanseri, kemoterapi, radyoterapi, metastaz, yapılması gerekenler vs vs..

ilk açtığım sayfada öyle bir fotoğrafla karşılaştım ki, nefesimi kesmeye fazlasıyla yetti zaten.
kemoterapi sırasında bir kadın, saçlar dökülmüş, kirpikler-kaşlar yok.
perşembe günü ilk doktor randevumuzu aldık, kemoterapiye başlayacağız.

çok korkuyorum, üzülüyorum, hala kabul edemiyorum, ağlama krizlerine giriyorum, gündüzler daha iyi de gecenin karanlığında her şey çok acımasız. gündüzleri çözümleyebildiğim tüm gerçekler geceleri üzerime üzerime geliyor. boğuyor, çok çaresiz bırakıyor. çok korkutuyor.

düşündüğüm kadar güçlü değilmişim ben, hiçbir şeyi halledemiyorum, her şeyden korkuyorum, hem çok inanıyorum iyi olacağına hem çok korkuyorum diğer seçeneğin de var olduğuna inanmaya.

ama toparlamalıyım, toparlanmalıyım.
annem iyi olacak, korkmuyoruz senden kanser.
sen benim annemi tanımıyorsun, nasıl güçlü olduğunu bilmiyorsun.
biz bu hastalığı öyle güzel alt ederiz ki!

daha çok planlarımız var beraber,
bu yaz İngiltere olmadı, ama seneye Paristeyiz. belki annişko da gelir, ikna turlarındayım şimdi ;)
sonra bu inatcı, huysuz, cadı kızı artık büyüdü, 24 yaşında oldu.

bulaşık-çamaşır makinasını çalıştırmayı bilmeyen aybikem bu 15 günlük süreçte her şeyi öğrendi.
yemek bile yapıyor :) hem de ne lezzetli..

hem daha ben evlenicem, oğlum olucak benim, tamam şu an öyle bir aday aday aday adayı bile olmasa da artık çok da küçük değilim sanki :)  evliliği yavaş yavaş düşünebilirim, 2-3 yıl var ama yine de!

beraber yine alışverişlere gidicez, sahil yürüyüşleri, kahve içmeye gidicez, hatta bazı konularda yine uzlaşamayacağız. çatır çatır kavga da edicez, sonra dayanamayıp kedi gibi sırnaşıcam ben yine sana.

popoma kadar uzanan saçlarımı incecik örüceksin yine, 2 saat uğraşıp.

yemek yapmayı her ne kadar öğrensem de anne dolması başka, bir de kısır. yine yaparsın bana di mi anne?

kararsız kızın yine sabah ne giyeceğine karar veremiycek, sabah defileleri yapacak sana, sıkılmadan (!) seçiceksin sende :)

daha neler neler...


yani canım,

KORKMUYORUZ SENDEN!

küçük bir not. insan böyle zamanlarda en çok birilerine ihtiyaç duyuyor, sadece güvenebileceği, varlığıyla rahatlayabileceği, konuşabileceği, anlatabileceği.. sanırım ben bu konuda biraz fazla şanslıyım, arkadaşlarım, akrabalarım hatta hiç tanımadığım insanlar sürekli yanımızdaydılar, sabahtan gece yarılarına kadar bizi hiç yalnız bırakmadılar.  ağzımdan tek kelime çıkmadan gözlerimden ne demek istediğimi anladılar.
yüzünü dahi görmediğim insanlar twitterdan sürekli msg attılar, sadece iyi olup olmadığımı merak ettikleri için, benim iyi hissetmemi sağlamaya çalıştılar.
yüz yüze 1-2 kez konuştuğum çok da samimi olmadığım arkadaşlarımla sonsuz dostluklar kurduk, hep yanımda oldular. hiç çıkarsız,  öyle gerçek, öyle iyi niyetli..
o kadar teşekkür ederim ki onlara.
ben de onlar için hiç düşünmeden canımı verebilirim.
iyi ki varsınız. iyi ki ailemsiniz, iyi ki canımsınız.

dünyanın en büyük zenginliği bu, güven ve sevgi.
ikisi birden harmanlanınca da tadından yenilmiyor.

biz sevgi ve güven sarhoşu olduk sanırım :)
teşekkürler yanımızda olan herkese.

iyi ki iyi ki iyi ki..

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Huzurevi değil, Huzur yeri !

Bugün meleklerle tanıştım, bugün meleklerle sohbet ettim, bugün bir sürü melek öptüm, bugün bir sürü melek gördüm, bugün bir sürü meleğin hayatına ortak oldum, bugün bir sürü meleğin duasını aldım, bugün kendimi uzun bir aradan sonra ilk kez bu kadar iyi hissettim!


Özenle hazırladım çiçeklerimi, dikenlerini temizledim  meleklerimin eline batmasın diye, en güzel gülleri seçtim, en kırmızıları, en az meleklerim kadar güzel kokanları..

4 kız çıktık yola “Melekler” yolculuğuna!

Boncuk boncuk gözleriyle dünyalar tatlısı tonton bir dede karşıladı bizi, meraklı gözlerle heyecan içinde sordu “kime geldiniz güzel kızlarım?”
-Hepinize amcacım, meleklerimize geldik biz,
Derken boncuk gözler daha mavi baktı bize,
“-gerçekten mi?, bize mi, bizim için mi?”
O an öyle mutlu gözlerle baktı ki amcamız bize..

İçimizi tarifsiz bir huzur kapladı, oksijen hiç bu kadar hissedilir değildi, amcanın gözleri-sözleri öyle kalbimize dokundu ki, içim acıdı o an, cız etti içimde bir şeyler.

Hem çok acı, hem çok huzur.

Bizleri gördüklerine öyle sevindi ki meleklerimiz.
Uzun bir süre yanlarında kaldım. Hepsinin anlatacak ne çok şeyi varmış meğersem.
Ne kadar konuşmaya ihtiyaçları varmış.
Dinlenilmeye, gözlerine bakarak onaylanmaya.

110 farklı hayat, hepsiyle olmasa da birçoğuyla tanıştım.

Mesela içlerinden bir tanesi Türkiye’nin ilk kadın Mimar’ıymış.
Anlattı kendini, ödüllerini, konuşmalarını..
Gurur dolu, ışıl ışıl gözlerle.
Öyle tatlı, öyle bilgili, öyle dolu dolu ki..
Türkçe bu kadar mı güzel konuşulabilir, her cümlesi bu kadar mı cümleler doğurabilir.
98 yaşında, ama hala çok güzel, çok bakımlı, tam bir hanımefendi.

Bir diğeri son sınıf Hukuk öğrencisiyken okulu bırakmak zorunda kalmış babası vefat edince, sırf kardeşine bakabilmek için.
Kardeşini okutmuş, annesini kaybetmiş,
Evlenmiş, kızını evlendirmiş.
Eşi kanser olmuş kısa süre sonra, eşini kaybetme korkusu yaşarken kızını kaybetmiş,
henüz 34 yaşındaymış kızı, ismi Gül.
Sonra da eşini.
Derken hayatında kimse kalmamış.
Sadece torunu, şimdi lisede okuyormuş.
6 yıl önce yerleşmiş buraya, eski Cihangirli.
Meğer bizim onlar için özenle hazırladığımız gülleri o yüzden istememiş.
“Gül”ünü kaybettiği için!
Yıllardır dokunamıyorum dedi bu yüzden güllere.

Tam o an boğazımda kocaman bir düğüm oluştu sanki, nefes alamadım. Ne hayatlar var, insanlar neler yaşıyor, neleri kaybediyor da hala yaşama sımsıkı sarılıyor, umudunu, yaşama sevincini kaybetmiyor.

Bir diğer amca hiç evlenmemiş, sadece kardeşim var bu hayatta diyor. 8 ay önce yerleşmiş buraya, 8 aydır da kardeşinin onu almasını bekliyor.
Anlatıyor da anlatıyor..  biz burada çok rahatız, geziyoruz diyor.
Sarıyer ve Emirgan’a kadar gidebildiğini ama başka yerlere giderse eğer yolunu kaybedeceğine adı gibi emin olarak anlatıyor. En doğal, en saf, en tatlı haliyle.

Bir diğerinin en büyük tutkusu resim yapmakmış, tüm koridorlar onun resimleriyle dolu, gururla gösterdi bize hepsini, hikayelerini anlattı.
Yuvasını gezdirdi bize, nerede yemek yediklerini, nerede sohbet ettiklerini, kermes alanlarını..

Beni en çok etkileyen bir başka olay da, ellerimizde o çiçekleri gördüklerinde bir teyze sordu bize,
bunları müdür beye mi vereceksiniz?
Hem meraklı, hem hüzünlü hem de umutlu bir ses tonuyla.
Hayır teyzecim, hayır, ne müdür beyi, bunlar sizin, sizler için.
Bizler sizlerin torunlarıyız, torunlardan sizlere bu çiçekler.
Sarıldı bize sım sıkı, gülüne baktı, bize baktı, bir daha sarıldı, sarıldı, öptü..
Sürekli teşekkür etti, düşünülmüş olmanın mutluluğuyla, kalbinin güzelliği gözlerine yansır derler ya hani, işte bu teyze de aynen öyleydi.

Söylemek istediğim, ben bugün hayatımın en mutlu gününü yaşadım.
Birilerini mutlu etmek, o mutluluğu gözlerinde görebilmek, içtenliği hissedebilmek..

Yazarken bile öyle heyecanlıyım ki.
Ağzım kulaklarımda hala.
Nasıl tatlılar, nasıl güzeller.

Her şeyden öyle mutlu oluyorlar ki.
Lütfen onları yalnız bırakmayalım, onlara bizler için ne değerli olduklarını hissettirelim.
Onlarla konuşalım, onların tecrübelerinden yararlanalım,  onlar bizlerin canı. Canımızı unutmayalım.
Onların bizlere en önemlisi de gençlere ihtiyacı var.
Bizim sevgimize, bizim de onların güzel kalplerine ve dualarına ihtiyacımız var.

Şuan bu yazıyı okuyorsan ve içince bir nebze de olsa kıpırdanma olduysa, benim milyonda birim kadar heyecanlandıysan bu satırda ve sen de gitmeye karar verdiysen ben gerçekten dünyanın en mutlu insanı olucam.

Lütfen git.

Sadece 2-3 saatini ayır. Dinle onları. Yeni hayatlarla tanış.

Ve eğer gidersen lütfen bana da haber ver olur mu? ;)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

bekle bekle bekle

9 ay 10 gün. böyle başlıyor hikaye. beklemeyle değil de, beklenilen, özlenen "artık gel" olarak.
akabinde ilk emekleme bekleniyor büyük heyecan içinde,
derken ilk adımlar, ilk dişler, anne-baba dediğimiz ilk an, ilk kelimeler, ilk ayakkabı, ilk saç teli, ilk karalamalar, ilk okul deneyimimiz.. daha nicesiyle çoğaltılabilecek kadar ilkler. ilk heyecanların baş kahramanı olarak farkında olmadan yaşattığımız keyifli bekleyişler.

buraya kadar daha keyifli. çünkü kahraman biziz. bekleyen değil, beklenileniz. figüran değil, başrol oyuncusuyuz. insanların etrafında pervane olan değil de, dünyanın en merkezindeyiz. hatta öyle merkezindeyiz ki; her şey bizim istediğimiz gibi: herkes uydumuz.

gelelim sonrasına.
yani arkaya dönüp baktığımda daha hatırlanabilir olaylara.

beklemek.

dünyanın en sevimsiz ama dünyamın en merkezindeki kelimem. oldukça gerçek olan.

ilkokula başladığım yıl anladım hayatımın hep bir şeyleri "beklemek"le geçeceğini.
onu içeri buyur etmeden "hoş geldim" dedi bana en sıkıcı haliyle. kabul etmeme gibi bir seçeneğim olmadığını kafama dank ettirircesine yerleştirdi.

7 yaşındayken en büyük hayalim günleri değiştirmekti. okul günlerini. her çocuk gibi 5 gün tatil, 2 gün ders!
bu fikrimi öğretmenime de anlatmıştım, hatta ondan izin istemiştim gidip müdürle konuşmak için. geçerli sebeplerim vardı çünkü.

sadece gülmüştü bana. sanki çok komikmiş gibi. ilkokula dair hatırladığım en net anılarmdandır bu. ve yaşadığım en büyük hüsran da bu.

yani anlayacağınız tatil olayını halledemedim, tüm arkadaşlarım bana güvenmişken ben bu gerçeği değiştirememiştim. sonradan anlayabildim olayın bizim müdürle bir ilgisi yokmuş. ama bu açıklamayı keşke bana öğretmenim yapsaydı, gülmeseydi de anlatsaydı. anlardım ben onu. istediğim sadece açıklamaydı. hepsi bu.


sonrası hep tatilleri beklemekle geçti.
haftasonu tatilleri, sömestr tatilleri, bayram tatilleri, yaz tatilleri..

sonra yazılı-sınav sonuçları..
öss sonuçları..
vize-final sonuçları..

yani hep bekledim.
hep bekledik.
hep bekledin.
hep bekliyoruz.

reşit olmayı,
18 yaşında olmayı,
arkadaşını,
filmin gösterime gireceği tarihi,
uçak biletinin geleceği tarihi,
yazlığa gideceğin günü,
o beğendiğin ayakkabının indirime gireceği tarihi,
maaş gününü,
banka kuyruğunu,
yazın gelmesini,
maç sırasını,
25T'yi-59RS'yi
mesaj atmasını, 
aramasını,
mülakat sonucunu,
sabah olmasını,
çilek-erik mevsimini,
Ezan okunmasını,
regl gününü,
okulun biteceği günü,
hayatının aşkını (!)

çoğaltılmaya öyle müsait bir liste ki bu..
şimdi aklıma gelenleri sıraladım sadece.

demek istediğim şu, hayatımız sürekli beklemekle geçiyor.
gerekli-gereksiz-saçma-önemli-komik-heyecanlı hissettirdiği duygudan ziyade hep bekleyecek oluşumuz ve beklemek zorunda bırakıldığımız durumlar beni sinir krizlerine sokmaya yetiyor. yetmek ne kelime, artıyor hatta.
bahsettiğim şey normal seyrinde devam etmesi gereken "beklemek" değil elbette.
bazıları su içmek gibi, tuvaletini yapmak gibi, nefes gibi..
keyfi değil aksine yaşamın gereklilikleri.
mecburi ve olması gereken bekleyişler.

bu bekleyişler için bolca anlayışım ve sabrım var tabii ki.
beklemek tartışmasız hayattaki en zor eylem. ama aynı zamanda insanı güçlendiren, büyüten, öğreten, tüm olumsuzluklara inat hayatta dim dik durmanı sağlayan mucizevi gerçek. bekledikçe beklemeyi öğreniyorsun. sabrediyorsun, şükrediyorsun..
beklemenin hayatının sonuna dek süreceğini zaten biliyorsun. -ki hepimiz öleceğimiz günü bekliyoruz.

ama diğer bekleyişler için aynı sabrı ve anlayışı kimse benden beklemesin.
onları mantık süzgecimden geçiremiyorum.
geçiremeyeceğim de.

kısacası,
ben beklemekten çok sıkıldım.
ben beklemekten çok bunaldım.

ben artık kimseyi, hiçbir sebebi, nedeni, olayı, durumu, olasılığı, olağansızlığı, acabaları, "ama" ya olursaları, hiçbir ama hiçbir şeyi beklemek istemiyorum.

söylemek istediklerimi anladıysanız ne ala,
anlamadıysanız,
anlamanızı da beklemeyeceğim.
dedim ya, ben artık aklınıza gelen her şeyin, hiçbir şeyini beklemeyeceğim.

yürümek isteyen yanımdan yürür.
ben kimseyi beklemiyorum.

15 Haziran 2012 Cuma

sevgili erkekler, lütfen okuyun. bizi anlayın.

erkeklerin bizi neden anlamadığını, neden ince düşünemediklerini ve bu kadar odun olabilmeyi nasıl becerebildiklerini inanın ki anlamıyorum. pardon anlayamıyorum.

bahsettiğim biz "benim gibi, aybikem kafasında" olanlar.

çok şey istemiyoruz sizden. hatta hiçbir şey istemiyoruz. sadece biraz ilgi azcık yaratıcılık.

sabah uyandığında bir günaydın mesajı.
anlıyoruz çalışıyorsun, ama gün içinde n'olur tatlı birkaç mesaj atsan!

ben bazen akşam çok erken uyuyabilirim, sen de her zaman sabahlarsın. yani n'olur aklına gelsem de güzel bir mesaj atsan. "iyi ki hayatımdasın" (daha yaratıcı olabilirsin tabii) yazsan. ben de sabah mesajını gördüğümde şapşal şapşal gülümsesem. günüm olağanüstü geçse. sana olan sevgim milyon kez artsa!

gün içinde sadece sesimi duymak için, beni ne kadar çok sevdiğini söylemek için arasan.

yazmayı beceren adamlara bayılıyorum. bana küçük mektuplar yazsan, hiçbir özel olmayan günde versen bana.

özel günlerim oluyor ya hani. o zaman daha da çok sevsen beni. o lanet ağrıyı geçirecek tek şey sensin belki de. böyle sıkı sıkı sarılsan. hiç şüphem olmasa güven yumağı kollarda olduğuma. sıcak su torbası yerine sana sarılıp uyusam ben. majezik yerine bi' öpücükle geçse bütün karın ağrılarım.

"yarın şuraya gidelim mi?" değil de, hadi kalk gidiyoruz desen, ben azcık oflasam bile tamamen nazlanma bu, sakın inanma. ısrar et diye bekliyorum sadece.

tabii ki kavga edicez, etmezsek sorun var. sana kızgınlıkla "git" diyorum ya hani, sakın gitme o zamanlar. hatta daha çok kal o an. ne kadar kızarsam kızayım, sana ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim, bi' öpücüğe tav olabilirim o an. sıkıca sarılıp, 2 tatlı söz etsen geçicek tüm kızgınlığım. hayır ben suçluysam aynısını zaten yaparım.

beyaz laleye ya da papatyalara bayılırım. öylesine bir günde işyerime yollasan olmaz mı? minicik de bir notla beraber? çok da güzel olur bence.

mailler hep işle alakalıdır, hiç sevmem o yüzden. ama sen bana mail yollarsan sevinçten çılgına dönebilirim.

kısacası tatlım, ben sürprizlere bayılırım.

her neyse olmayan adam. eğer bir gün  hayatıma girmeye karar verirsen (-ki artık girmeyeceğine çok eminim) bunları oku. dersine çalışıp gel lütfen.

öpüyorum seni.
ilerideki sevgilin aybikem.